Merhaba,
Yazı dizimizin bu bölümünde cadılık başta olmak üzere birçok savrulmanın kökenini oluşturan gizem tapılarını inceleyeceğiz. Bu konuda girişi aslında İlkel Dinler Tarihi-13 (Hititler) yazısında yapmıştık. Mezopotamya kökenli İnanna, Hititlerde kendisine İrana olarak yer bulmuştu. Hititler’den sonra yoluna Kubaba ve Kybele olarak devam etmişti. Kökeni hayvanların efendisi olan; bereket, bolluk ve verimlilik tanrıçası dinsel inanç ve düşünceler içinde çok önemliydi, fakat tapınımda bazı sapmalar, savrulmalar yaşanıyordu. Gizem tapısı dediğimiz halka açık olmayan, daha çok vahşi doğa içinde yerine getirilen ayin ve ritüelleri vardı. Diğer inançların tapıları bunların yanında masum kalırdı; esrimelerle sarhoş olup çığlık çığlığa danslar, canlı hayvanları elleriyle parçalayıp yemeler, erkeklerin erginlenme dansı esnasında penislerini koparması... İnsanı dehşete düşüren bu düzen nereden çıkmış ve neden bu kadar vahşiydi? İşte bu yazıda gizem tapılarının kökenini inceleyip günümüze kadar nasıl ve ne şekilde geldiklerine bakacağız.
Gizem tapılarının özü doğayla ve onun esasıyla bir olabilmektir. İnsanlık cennetten kovulma miti ile koparıldığı doğaya geri dönmek ister. Bilinçli bir varlık olduğu için, doğa içindeki kendi anlamını öğrenmek en önemli arzusudur. Bu haliyle bakarsak o aslında doğada yaşayan ama ondan koparılmış, esrik bir özgürlüğün içinde bir mahkumdur, sürgündedir. Neden böyle olduğunu anlamak ve doğayla tekrar bir olmak ister. Bunun da bilinen tek yolu ölümdür. Öldüğün zaman çürür gider ve toprakla bir olursun, fakat bunu deneyimleyip geriye dönen hiç kimse yoktur. İşte bu yüzden insanlık doğaya ulaşmak için ayrı bir yol izlemeyi dener; onun gizemlerini çözecektir.
Bu gizemlere doğrudan ulaşmak kolay değildir. Onun vahşi derinliğine inilmeli, doğa ne yapıyorsa taklit edilmelidir. Bunun için karanlık ormanlarda, ulaşılmaz tepelerde, gizli saklı korularda ayinler düzenlenir. Gece karanlığında tef, davul ve flüt eşliğinde şarkılar söylenir, danslar yapılır; esrimenin büyüsüne kapılanlar doğayı taklit etmeye başlar. Vahşi çığlıklar atıp kendilerinden geçer, bu çılgınlıkla benliklerini kavururlar. Coşkunun zirve yaptığı anda da ormana dağılıp buldukları hayvanları elleriyle parçalar, çiğ çiğ yerler. Belki daha da ileri gidip işi yamyamlığa kadar da götürmüş olabilirler, bilmiyoruz. Bu ritüelin içinde eriyip giden insanların çizgileri bulanıklaşır ve varlıkları bir olup doğanın içinde bir ritme kapılır. Böylece onun gizemlerini çözdüklerini düşünür, hayatlarına bir anlam yüklerler.
Yukarıda aktardığımız ritüellerin çoğu Antik Yunan kökenli; Hititlerde gizem tapılarının detaylarını bilmiyoruz,. Metinlerde gizemlerle ilgili kısa açıklamalar geçiyor ama tapınma ritüellerinin nasıl olduğu yada kimlerin katıldığı anlatılmıyor. Bu tapıların sadece İrana'ya bağlı olduğunu biliyoruz; haliyle onun yeraltı dünyasına yolculuğu, mevsimler döngüsü, ölüm-dirilişin dansı; yani gizemlerin odak noktası olan doğayla bir olup ölümsüzlüğü yakalayabilmek, bu ayinlere katılanların ana amacıydı.
Friglerde olay biraz daha somutlaşıyordu. Her ne kadar onlardan da konuyla ilgili yazılı bir metin elimize ulaşmamış olsa da; iletişim halinde oldukları Lidyalılar sayesinde, Friglerde Kybele'yi odağa almış, vahşi doğa içinde geçen bir tapımdan bahsedebiliriz. Bu tapıma katılanların amacı doğayı birebir taklit etmekti. Tarikatın üyeleri ormanlık alanlarda vahşi hayvanlara benzer çığlıklar atıyor, yakaladıkları hayvanları parçalayıp çiğ çiğ yiyordu. Kybele tapılarında dişil gücün ön plana çıkması yüzünde rahiplerin hadım edilmesi gerekiyordu. Bu da yine tanrıçanın ve sembolize ettiği şeylerin şanına yakışacak şekilde abartılı bir şekilde icra ediliyordu. Rahip adayları gece düzenlenen ayinde dansa kalkıyor ve olayın coşkusuna, ritmine ve görkemine kapılıp kendilerinden geçince, rahiplerin onlar için hazırladığı bıçaklarla erkeklik organlarını kökünden kesiyorlardı. Herhalde kan kaybından gidenler de oluyordu; ama bundan sağ kurtulanları tanrıçanın kabul ettiği düşünülmüş olmalı; kendileri kutsanıp bu gizemli birliğin bir parçası haline geliyorlardı.
Antik Yunan'a Anadolu'dan bu inanç sistemi girmeden benzer bir yapı Mısır üstünden ulaştı. 18. Hanedan döneminde Yunan topraklarına göç eden Mısırlılar, Eleusis'e yerleşmişti. Yöre halkını İsis ve Osiris'le tanıştırdılar. Antik Mısır inancında bereket kültünün merkezinde yer alan bu tanrılar panteonda yerlerini alıp zaman içinde Demeter ve Dionysos'la birleşmişti. Özellikle İsis için ayrı bir gizem tapısı var gibi gözükse de, aslında bu Dionysos'la gelen kadim inancın sadece bir yansımasıdır. Yunan topraklarında bu coşkulu inancı asıl yücelten Dionysos ve ona bağlı gizem, esrime ve erginlenmedir. Bir önceki yazıda kendisinin hayat hikayesine bir giriş yapmıştık, kaldığımız yerden devam edelim.
Babası Zeus onu Semele ile birleşmesi sonucu tekrar var etmişti. Fakat, Hera her hikayede olduğu gibi Zeus'u kıskanır. Kılık değiştirip Semele'ye yanaşır ve ona Zeus'a yalvarıp, bütün haşmetiyle kendisine görünmesini istemesini söyler. Semele, buna kanar ve Zeus'tan kendisini göstermesini ister. Kibirli Zeus, ona kendisini şimşekleri ve yıldırımlarıyla gösterir; Semele yanar kül olur. Bu sırada karnındaki bebek düşer, ama Zeus ölmesine izin vermez. Onu baldırına diker ve gelişimini tamamlayınca Hermes'ten bebek Dionysos'u Nysa dağındaki orman perileri Nympha’lara emanet etmesini ister. Dionysos, sarmaşık ve üzümle dolu bir mağarada mutlu mesut bir çocukluk ve gençlik geçirir. Bir gün üzümlerin suyunu çıkarıp, özüne ulaşmak ister. Şaraba dönen içkiyi içince sarhoş olur. Daha sonra bu içkiden Nympha’lara da içirir. Hepsi birden kafayı bulup, dağlar ve ormanlarda şarkı söyleyip dans ederler. Satyr denen keçi ayaklı ve boynuzlu orman cinleri de onlara katılır. Bu fener alayı geceler boyu ormanları gezer, içki alemlerinde coşar, dans eder. Dionysos, bu eğlenceye ve anlama herkesi katmak için bütün diyarları gezmeye başlar. O artık bereketin, mevsimsel döngünün, bolluğun ve üzümün sağladığı sarhoşluğun tanrısıdır.
Sarhoşluk dışında simgelediği şeyler dişil kökenli olduğu için onda farklı bir durumu görürüz. O hem erkek, hem dişi bir varlıktır. İnsanın doğayla birleşirken, hiçbir eksiği gediği kalmaması için cinsiyet kavramından da kopması gerekir. Böylece tinsel hazların hepsi kendi içine dönmüş, tam ve sürekli bir tatmin duygusuyla, varlık mükemmel hale gelmiştir. Doğa dediğimiz şeyin de (birleşen gök ve toprağı düşünerek) cinsiyetler üstü ve bunlara dair her şeyi eksiksiz içeren bir olgu olması bunu gerektirir. Bu güzel tanımlamayla, kökeni Paleolitik çağa kadar giden ve ilk defa Venüs figürinleriyle tanıdığımız hayvanların efendisi, dişil kimliğini terk edip cinsiyetler üstü aşkın bir varlık haline gelmiştir.
Peki sarhoşluk neden buna eklenmiştir? Alkolün medeniyetimizin gelişmesinden etkisini ayrı bir yazı dizisinde ele alacağız, ama burada onun önemi ve aracısı olduğu değerlere değinmemiz gerekecektir. Neolitik dönemden bu yana alkol bazlı içeceklerin üretildiğini biliyoruz. Bunların tüketimi uygarlığımız üstünde hem yıkıcı hem de yapıcı etkiler yaratmıştır. Ama belki de en önemlisi; insanın tamamen öznel, anlatılamaz bir deneyimle kendisinden geçmesi, kendinden kopması ve başka bir aleme yolculuğunu sağlamasıdır. Eğer ciddi (ama aşırı değil) içki tüketirseniz; olay sırasında bilinciniz açık olsa da, tutarlı davranıyor olsanız da; ayıldığınız zaman o anları hatırlamazsınız. İşte bu deneyimle, atalarımız kendilerinden geçişini, sanki kozmik bir yolculuğa çıkış; titan kökenli kötücül vücutlarından kurtulup doğayla bir olma yolunda önemli bir adım olarak görmüş olmalı.
Sarhoşluk insana dertlerini unutturur, fiziksel acılardan kaçırır, kişisel hazzı bir noktaya kadar arttırır, gündelik hayata bağlı korku ve kaygıları törpüler; en sonunda da kişi bilincinin aşılmaz bilinen duvarlarını yıkar ve kendini başka bir alemde bulur. Alkole bağlı bu esrime, Antik Yunan'a Anadolu'dan Dionysos tapımıyla beraber gelmişti. Benzer bir durumun bu topraklarda çok öncesinde de var olduğunu biliyoruz; İvriz Kaya Kabartması'nda tanrı Tarhunşa krala ekmesi için buğday ve üzüm salkımlarını verir. Buğdayın yanında özellikle üzümün de yer alması, şarap tutkusunun önemini gösterir. Peki bu insanlar, alkole bağlı hastalıklardan zarar görmüyor muydu? Açıkçası bilemiyoruz, konuyla ilgili modern çağlara kadar doğru düzgün bir araştırma olmadığı için şarap tüketiminin kontrolsüz devam ettiğini düşünebiliriz. Belki de ortalama insan ömrünün günümüze göre kısa olmasına bağlı, alkolün yıkıcı etkilerinin gün yüzüne çıkacak kadar zamanının olmadığını da kabul edebiliriz.
Gece ormanlarda düzenlenen bu içkili ayinler, coşkulu ve gürültülü danslardan sonra çılgın bir av partisi ve çiğ et yemekle tamamlanır. Bu çiğ et yeme ritüeli, Neolitik ve olasılıkla Paleolitik döneme kadar geriye gider. Ateşin et pişirmede kullanılması öncesinden bahsetmiyorum; burada pişirmeyi reddedip eti bilinçli bir şekilde çiğ tüketmekten bahsediyoruz. Bunun derin anlamı yenen hayvanla bir olmak üzerinedir. İlkel Dinler Tarihi-4 (Paleolitik Dönem-4) yazısında gördüğümüz hayvanların totemleştiği ata kültü bunun merkezindedir. Atanız olarak kabul ettiğiniz hayvanı yiyip onunla birleşir, bütünleşirsiniz. Ama bu o canlıyken olmalıdır; öldürüp pişirdiğiniz bir şeyden "özü" alamazsınız. Hatta onu bıçak, ok veya benzeri bir şey kullanarak öldürünce de olmaz. Onu ellerinizle parçalayıp lokma lokma yutarsanız, ancak onun özüne sahip olursunuz.
Bu korkutucu yöntem ciddi cesaret, coşku ve irade ister. Olayın öyle bir büyüsüne kapılmanız gerekir ki, sizi hiçbir şey yolunuzdan döndüremesin. İlkel Dinler Tarihi-7 (Çatalhöyük) yazısında bir av şöleni manzarası görmüştük. Ortada büyük bir hayvan ve etrafında gürültü patırtı yapıp, onu kızdıran yetişkin erkekler. Bu ayinin sonunda olasılıkla bu hayvan öldürülüp yeniyordu. Etinin bir şölende pişirilip mi, yoksa olayın gerçekleştiği yerde çiğ olarak mı tüketildiğini bilmiyoruz. Fakat, yukarıda detaylarını verdiğimiz gizem tapısının bu topraklardaki kadim yolculuğu, sanki bu şiddet eyleminin avın hemen orada parçalanıp yendiğine dair bir izlenim sunuyor. Özetle, Dionysos kültünde bakkhaların gece ayinlerinde dans, ritm, alkol ve şiddet el ele; kişilerin esrimesini ve doğanın gizemlerine ulaşmasını sağlamış olabilir.
Bu tapılar, vahşet bir kenara, o dönemin insanları üstünde çok etkiliydi. Roma döneminde Hıristiyanlığın resmi devlet dini olarak ilan edilmesiyle yasaklanması bile gizem tapılarının önüne geçememiş, uzun bir süre varlığını (gizli de olsa) sürdürebilmişti. Hıristiyan düşünürler ve önemli kilise babalarının bu inanç sistemine saldırısı çok şiddetli olmuştu. Dionysos'a kimse cepheden dalmadı ama onun çevresindeki Satyr'ler hedef alındı. Şeytan kendisini onların keçi ayakları ve boynuzlarında buldu. Gece ormanda bakkhaların buluşması bir kara sabbat, bir cadı şöleni olarak anlatıldı. Özellikle bu tip tapılara bağlı kadınların cadılıkla suçlanması, folklorik vampir ve iblislerden kendilerine transfer edilen müthiş özellikleri ile Ortaçağ ve Yeniçağda batı dünyası, tarihin en karanlık histerilerinden birine kapıldı. Bunu yazı dizimizin ileri bölümlerinde ele alacağız.
Hazır şeytandan konuşmaya başlamışken, neredeydi bu baş kötü? Daha kendisinin tarihi gelmedi ama evini ziyaret etmemizde bir problem görünmüyor. Gelecek yazıda ilkel dinlerin cehennem yolculuklarına değineceğiz.
Saygılar
Comments