Merhaba,
Dinler tarihi yolculuğumuza Neolitik ve Kalkolitik çağlarda varolan bir şehirle, Çatalhöyük ile devam ediyoruz. Yapılan kazılar şehirde yaşamın M.Ö. 7100 ile 5700 yılları arasında sürdüğünü gösteriyor. Unesco Kültür Mirası listesinde de yer alan bu çok önemli yerleşim yerinde dinsel düşüncelerin izlerini arayacağız. Çatalhöyük'ü keşfedip 1958-65 yılları arasında ilk kazılarını yapan James Mellaart ve 2000'lerde kazılara devam eden Ian Hodder'ın fikirlerini karşılaştırıp, paleolitik dönemden bu yana incelediğimiz modellere uyum sağlamaya çalışacağız. Tanrı fikrinin doğuşuna kadar devam edecek yolculuğumuzun bu önemli durağında, şehir sakinlerinin nasıl bu kadar uzun süre bir arada kalıp, gürültü patırtı çıkmadan barış içinde yaşayabildiğini ve buna dinsel motiflerinin katkısını tartışacağız.
Çatalhöyük yerleşiminde hayat modern insan için zordur. Aşağıdaki fotoda göreceğiniz gibi, evlere ancak çatı katından giriliyor ve aralarında bir boşluk bulunmuyordu. Evlerin içinde yemek pişirme ve ısınma için kullanılan bacasız fırınlar vardı. Hava sirkülasyonu sağlanamadığı için ev duman içinde kalıyor, bu boğuk hava muhtemelen ciddi akciğer rahatsızlıklarına sebep oluyordu. Ayrıca evin iç duvarları isle kaplanıyor, zaten yok denecek kadar az pencereyle doğru düzgün ışık almayan evleri daha da kasvetli hale getiriyordu. Peki neden bu eziyete katlanıyorlardı? Olasılıkla soğuktan ve vahşi hayvanlardan korunmak için bu şekilde binalar yapıyorlardı. Bu düzeni faydalı görmüş olmalılar ki, 1500 yıl boyunca hiç değiştirmemişler.
Yerleşim yerinde yapılan kazılar bu birleşik yapılarda tek düzen bir hayatın olduğunu gösteriyor; ana girişte yer alan bir fırın, bunun etrafında gıdaların saklandığı çanak çömlek, tarım mahsülleri için ambar diyebileceğimiz kısımlar ve ailenin yatakları. Zengin bir sınıf veya aristokrasiyi çağrıştıracak bir şey bugüne kadar bulunamamış. Haliyle sosyal düzende eşitliğin varlığını (şimdilik) kabul ediyoruz. Ayrıca, yerleşim alanında bir tapınağa da rastlanmamış. Bu yüzden, biz asıl konumuz olan dinsel inanç ve düşüncelerin izini evlerde aramalıyız.
Bunların arasında ilki Mellaart'ın kazılarında ortaya çıkan ünlü ana tanrıça heykeli. 2000'li yıllara kadar, Çatalhöyük'teki dinsel inanç için bu heykelin odağında olduğu bir model vardı. Ana tanrıça veya toprak ana kültünü, Paleolitik dönemde mezarlarda bulunan Venüs figürinlerinde görmüştük. Mellaart, Çatalhöyük'te bu kültün devam ettiğini ve Kybele gibi tanrıçalara transfer edildiğini düşünmüştü. Buraya kadar görüşlerine katılmamak elde değil, çünkü ana tanrıçayı bundan sonra birçok medeniyette göreceğiz. Fakat, onu Çatalhöyük'teki olası dinsel inancın merkezine koymak pek doğru olmayacaktır, çünkü bulunan birkaç benzer örneği dışında onun baş tanrıça gibi bir seviyede olmasını destekleyecek somut bir kanıt yoktur. Bu kademedeyken bile kendisini bir tanrıça olarak göremeyiz, çünkü düşüncenin kadir-i mutlaklığının ona geçtiğini gösteren bir iz bulamıyoruz. Daha önce de temas ettiğimiz gibi, hayvan odaklı kültlerin merkezindeki ruhların aşkın varlıkları tanrısal değildir, çünkü istediklerini "oldurtan" bir kimlikleri yoktur. Günümüz bakış açısıyla; tanrılar ne isterse olur, çünkü varlıkları kadir-i mutlaktır. Görünen, Çatalhöyük zamanında bu fikir geçerli değildi, yani kutsal diye bir şey daha yoktu, icat edilmemişti. Eğer tersi olsaydı, bu medeniyetin insanları yarattıkları panteonun tepesine koydukları bir ana tanrıçayı heykellerde ve duvarlarında simgeleştirip her yere koymalıydılar. Şehirde merkezi bir tapınak olmadığı için dinsel inancın ve ritüellerin yaşandığı yer evler olmalıydı. Haliyle, her evde bu inanışa ait bir şey bulmalıydık, fakat böyle bir genellemeyi sağlanacak kanıtlara ulaşılamadı.
Bunun yerine, evlerin duvarlarında av sahneleri görüyoruz. Aşağıda bunlardan iki tanesini görebilirsiniz. Sahnelere bakarsanız, ellerinde yaylarıyla ava çıkmış bir grup genç erkek vardır. Sahnenin ortasındaki boğa ve geyiğin etrafında dans edip, gürültü yapıyor gibiler. Bu patırtıdan hayvanın canı sıkılmış ve kızmış, bir de üstüne erekte olmuştur. Sahnenin devamı yoktur ama tahmin edilebilir; bu avcı gençler hayvanı öldürmüş ve büyük bir şölen yapılmıştır. Özellikle 2000'lerde yapılan kazılarda bu tip şölenlere ait izlere rastlanmış. Ayrıca, bazı evlerde duvara asılı boğa boynuzları bulunmuş.
Çatalhöyük'te kazılan evlerin bazılarında insan kemiklerine ulaşılmış. Yaşam alanına gömülen bu kişiler yani atalar şehir sakinleri için önemli kişiler olmalıydı. Bulgulardan birisi özellikle çok ilginçtir; vücudundan ayrılmış, üstü aşı boyasıyla kaplanmış bir kafatası bulunmuş. Bu kişi öldükten sonra gömülmüş, ama sonra mezarından çıkartılıp kafatası boyanarak bu evin altına gömülmüş olmalı. Başka bir evde ise gömülen kişinin tam üstünde bir boğa boynuzu vardır. Bu örneklere bakarak, Paleolitik dönemle ilgili yazılarda işlediğimiz totem ve ölümden sonra yaşam konusuna geliyoruz. Bu şehrin insanları bir boğa kültü yaşıyor olabilirler. Atalarına karşı saygılarını onları yaşadıkları evlerin zeminine gömerek ve inançlarının merkezindeymiş gibi görünen boğanın simgesi boynuzlarıyla mezar alanını süsleyerek gösteriyorlardı. Bu hikayenin iyi tarafı gibi görünüyor. Peki yukarıdaki resimlere ne demeli? Eğer, totem boğaysa neden onu avlıyorlar ve daha da fenası onunla dalga geçiyorlar? Bu da bizi öncelikle ambivalan düşüncelere itiyor. Ataya saygı duyuluyor ama iktidarından rahatsız gençler kendisine karşı sergileyemedikleri yıkıcı düşünceleri ölümünden sonra onunla birleşen boğa figürüne yöneltiyorlar. Böylece şiddet sahneye çıkıyor ve toplumun basıncı alınıyor.
Her ne kadar tarım odaklı bir hayatları olsa da, avcı toplayıcı kökenlerinden kaçamamış görünüyorlar. Bulgular diyetlerinde ana unsurun tahıl ürünleri olduğunu gösterse de, avlanma ve şölenlerin yaşamlarında önemli bir yer işgal ettiğini de işaret ediyor. Buradan şiddet ve ölüm temasına girebiliriz. Biraz da hayal gücümüzün desteğiyle bir av ritüeli tasarlayalım; şehrin gençleri yılın belli bir döneminde bir araya gelip çevre coğrafyada boğa, öküz veya geyik gibi eti lezzetli ama bir o kadar da tehlikeli hayvanları arıyordu. Buldukları hayvanı korkutup bir yere yönlendiriyor ve orada çembere alıp etrafında dans ediyorlardı. Korkan ve iyice sinirlenen hayvan kuşatmadan çıkmaya çalışıyor, ama gençler ellerindeki sopalar ve diğer aletlerle buna engel oluyordu. Tansiyon yükseliyor ve bir kırılma noktasına gelince hep birlikte hayvana saldırıp onu öldürüyorlardı. Üstlerindeki gerilim hayvanın ölümüyle beraber boşalıyor ve gençler rahatlıyordu. Hayvanların ereksiyon olmuş bir şekilde gösterilmesi, belki de kendilerinden boşalan bu enerjinin, cinsel birleşmedeki boşalmaya benzer olduğunu düşünmeleri olabilir. Zaten bu tip ritüeller tarif edilemez orjilerle çok eşleşmez mi? Benzerlerini modern dünyada bile görmüyor muyuz?
Toplumun yapıcı ve yıkıcı gücü olan genç yetişkinlerin böyle bir eylemi yerine getirmeleri üstlerindeki baskıyı azaltıp birbirlerine karşı daha hoşgörülü davranmalarını sağlıyor olabilir. 1500 yıl boyunca böylesine dip dibe bir arada yaşamış kalabalık bir toplumun eninde sonunda çatışmaya girmesi beklenir. Fakat, kazılarda bu tip bir isyan, başkaldırı veya tersine herkesi bir arada tutan bir polis devlete dair hiçbir bulguya rastlanmamış. Bugünün bakış açısına göre; iktidar, mülkiyet ve üreme ihtiyacı temel dürtümüzken, kalıcı bir barış hikayesini anlamlandırmak pek mümkün değil. İşte, yukarıdaki şiddet içeren ritüeller sayesinde öfke, nefret gibi yıkıcı duygular şehrin ve sakinlerinin dışında tutulmuş olmalı. Bunları duygusal düzlemden koparıp tarihteki ilk spor müsabakaları olarak da adlandırabilir miyiz?
Çatalhöyük'ün gençleri bir avcılık kültünün etrafında birleşirken, evlerde başka bir şey daha oluyordu; yaşam alanlarını ve aileyi koruyan nazarlar vardı. Yapılan kazılarda evlerde küçük birikintiler bulunmuş. Evin sakinleri zemini kazıp bir çukur açmış ve içine obsidyen taşlar, kemik parçaları, boncuklar ve heykeller (figürinler) gibi zamanı için gayet önemli olduğunu düşünebileceğimiz şeyler koymuşlar. Çukurlar kapatılmış ve görünen bir daha açılmamış. Tam olarak neyi simgeledikleri belki de hiç anlaşılmayacak olsa da, günümüz inançlarını da gözeterek bunların birer nazar büyüsü olabileceğini düşünebiliriz. Evlerin altına, gizli yerlere gömülmesi evin direği hanımların işiymiş gibi görünüyor. Erkekler dışarıda kendini paralarken, onlar da evlerinde kendi inanç dünyalarında geliştirdikleri simgeler (ve imgeler) ile yaşamlarını zenginleştirmeye çalışmış olmalı. Bunlar bir koruma büyüsü hissi veriyor. Ayrıca bu evlerde bulunan kilden yapılma heykeller, bize bu kadınların "topraktan yaratılan insan" fikrini ortaya attıklarını düşündürüyor. Mezopotamya dinleri ile beraber tanrıların kontrolüne aldığı kilden (topraktan) yaratmak, daha bu mutlak ve aşkın varlıklar ortaya çıkmadan önce Çatalhöyük gibi yerleşimlerde insanların kafasına oturmuş gibi görünüyor.
Çatalhöyük bize günümüzden 9 ila 7 bin yıl öncesinde hala ataya bağlı totemin önemli bir yer tuttuğunu gösteriyor. Tarım insan hayatıyla tamamen özdeşleşmiş olmasına rağmen inançların merkezinde hala paleolitik kökenli hayvan ve değerli taş odaklı modeller yer alıyor. Görünen, bu kültler bize bir süre daha eşlik etmeye devam edecekler. Mezopotamya ile beraber tanrıların ortaya çıkması ve mitlerinin yazılması onları yok etmeyecek, potada eritip panteonun içinde bazen aktif bazen pasif rollerde yer almalarını sağlayacak. Örneğin, Çatalhöyük'te yer alan ana tanrıça heykelinin arkasındaki inanç yolculuğuna devam edip kendisine Friglerde Kybele olarak yer bulacak, sonra Antik Yunan dünyasına ana tanrıça Gaia olarak girecek veya Kirke ve Kalypso gibi uzak adalarda emeklilik günlerini geçirecek. Rol ve sorumluluklarını dağıttığı Artemis, Demeter ve Hekate gibi tanrıçalar ise gizem tapıları ile eşleşip, modern dinlerin baskısıyla inancın merkezinden kovulup ya batıl inançlara ya da korku edebiyatının karanlık dehlizlerine inecekler. Bunları zaman içinde göreceğiz.
Bir sonraki yazıda Mezopotamya medeniyetlerine başlıyoruz.
Sevgiler
Comments