Merhaba,
Bir önceki yazıda kaybolduğumuz labirentte daha da derinlere iniyoruz. Atalarımızın travmalarından savrulan totemik varlıkların peşindeyiz. Klanımızın zamanına dönelim; baba ölmüştü ve bu konuda bir şey yapılmalıydı. Çünkü çocukları o öldükten sonra hakkında daha fazla kötü şey düşünmeye başlamış ve zamanında yüzüne söyleyemediklerini şimdi arkasından savuruyorlardı. Babaları hakkında okudukları belanın (belki ilk beddualar) gerçekleşme olasılığı çok yüksekti, çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi onların düşüncesi kadiri mutlaktı. Baba bu lanetlemeyle zarar görür, acı çeker ve bir de tam olarak anlayamadığımız bu uykudan kalkıp gelirse çocukların başı derde girecekti. Ona karşı olan sevgi ve nefrete bir de ölünün dirilme korkusu eklenmişti. Haliyle, babanın klandan uzaklaşması ve uyanacaksa bile başka bir yaşama uyanması gerekiyordu. Bunu kolaylaştıracak malzemeler yanına konulmalı ve mümkünse derin bir mezara gömülüp klanla ilişkisi kesilmeliydi.
Bu bencil fikrin yanında klanın vicdanı da devreye girmiş olabilir; ailesini sevip sarmalayan baba karşısında bu kadar acımasızlık onları dehşete düşürmüş olmalı. Günümüz bireyinin sahip olduğu ahlaksal çizgiden çok aşağıda, sadece ilkel bir vicdan yapısı olan klan üyelerinin halini anlamaya çalışırsak; bir taraftan sevip, öbür taraftan nefret ettikleri ama dirilmesinden korktukları babalarına karşı duygularını başka bir yöne, bir simgeye kaydırmış olabilirler. Artık, onun yerini bir totem almıştır. Böylece ölü babanın varlığında saklı olan şeytani tarafın dikkatini çekmeden, iyi ve kötü bütün düşünceler bu simgeye yönlendirilip geçiş dönemi zarar ziyan görmeden kapatılabilirdi. Totemle ilgili konuşmaya başlamadan, burada babanın varlığına monte edilen kötülüğe bir kez daha bakmakta fayda var. Yaşarken güçlü, heybetli, otoriter baba, ölünce yani ölümle bütünleşince (ve lanetlenince) güçlü bir kötülük objesine dönüşebilir. Bu da bize kötü ruh dediğimiz, geceleri uykumuza musallat olan canavarları hatırlatır. Babaya karşı ambivalan duygular eşliğinde tam olarak anlamadıkları ölüm halinin getirdiği dehşetle, tarihteki ilk şeytani varlıklar karşımıza çıkmış olabilir; vampirler. Kötülüğün Tarihi – Özel Dosya (Vampirler) yazısında gördüğümüz gibi Neolitik Çağ'ın sonuna doğru tarihlenen, dirilip vampir olacağından korkulan cesetler vardı. İblisin ilk versiyonu bir folklorik vampir olabilir. Ayrıca bu bize neden çoğunlukla (klan liderleri olarak düşündüğümüz) erkeklerin mezarlarının bulunduğunu da açıklayabilir. Yaşarken grubun en güçlüsü, ölünce de en korkunç canavara dönüşebilir. O yüzden ne olur olmaz, biz onu olabildiğince derine gömelim ve başka bir şeye dönüşmesini sağlayalım. Shakespeare, Fırtına adlı eserinde der ki;
Uzanıyor baban şimdi
Denizin beş kulaç dibinde
Mercan olmuş kemikleri
İnciler var gözlerinin yerinde
Solup giden hiçbir yeri yok ki
Dönüşmüş olmasın hızla
Zengin ve gizemli bir şeye.
Vampirleri gece karanlığında bırakıp totemle simgeleşen baba figürüne geri dönelim. Her klanın yaşadığı bölgede saygınlık kazanan bir büyük havyan vardır. Bu bir aslan, ayı, boğa, dağ keçisi veya deniz kıyısındakiler için büyük bir balık, yılan vb olabilir. Ölen babanın varlığı bu hayvanla eşleşip bir toteme dönüşmüş olabilir. Böylece kişinin atasıyla ilgili ambivalan düşünceleri savrulup bir hayvanla beraber önce bir simge, zaman içinde de bir imgeye geçmiştir. Ayrıca babayla hayvanın özleri birleşmiş, ortak ata haline gelip klanın soyunun kaynağı olarak bilinmiştir. Zaman geçtikçe, her ölen babayla beraber bu aşkın varlığın özündeki insani köken azalmış ve nihayetinde sadece tapılası bir hayvan kimliğine dönüşmüştür. Nasıl babanın eti yenemeyeceği, öldürülemeyeceği veya eziyet edilemeyeceği gibi, klanın atası hayvanın da varlığına dokunmak bir tabudur. Eti yenmez, öldürülmez, işe koşulmaz. Bunu yapmaya kalkan atasına saygısızlık gösterdiği için özünü reddetmiş sayılır ve kefareti çok büyük olur. Freud bu hayvan ruhlu ortak ata mitinin, modern çağ ilkel kabilelerinde hala yaşadığını gösterir. Kabile halkı totemleri olan hayvanı ataları ve babaları olarak bilirler.
Toteme duyulan saygı ve korkuyla onun ruhunu sakin tutabilmek için tabular yetmez, ritüellerle şükranın gösterilmesi gerekir. Bunu yapmak/yönetmekle yükümlü ilk kişi artık bir kabileye dönüşmüş topluluğun lideridir. Ataya saygı için temel tabuları onun yerine getirmesi gerekir ve bunların bir kısmı akıl almaz şeylerdir. Kabile lideri belli işleri yapamaz, istediği yere istediği gibi gidemez, ne yiyeceğini seçemez, hatta çarpıcı olması için eski Japon geleneklerinden bir örnek; istediği yere dönüp bakamaz, çünkü baktığı yere kıtlık gelir. Bu ve benzeri tabular ve gerçekleştirilmesi gereken ritüeller başta toplumun yukarıda bahsettiğimiz psikolojik gereksinimlerini (veya çözülmemiş duygusal çatışmalarını) karşılamak için iyi birer yatıştırıcı görevi görürken, zaman içinde liderin elini kolunu bağlayıp nefes alamayacak hale getirmiştir. İşte bu nokta kabile reisi bir karar verir; tabu ve ritüelleri yönetmek üzere birini atar, kabilede din ve devlet işlerini birbirinden ayırır. Dünya tarihindeki ilk ruhban sınıfı, üyesi olduğu bu ilkel din benzeri düşünce sisteminin kadrolu memuru olan kişilerdir. Bunlar zaman içinde şamanlara dönüşecek, liderden teslim aldığı sorumlulukları inanılmaz acı ve eziyetlere katlanarak yaşamaya devam edecektir.
Freud'un dürtü ve tutku bazlı modeli korkutucudur; bilinçaltımızın bir canavar olduğuna inandırmak ister. Jung, bunu tersine çevirip kolektif bir fikre, tanrının bizzat kendisine bağlamak istemişti, ama bence ikisi de değildi. Birey, hiçbir eğitimi olmadığı paleolitik ve neolitik dönem boyunca strese maruz kalınca karar verebilmek için tecrübelerine bakıyordu; çocukken, gücü kuvveti olmadığı dönemde, benzeri bir stres varken ne oluyordu? Babası bütün ihtişamı, korkunçluğu, gaddarlığı ve tabuya bağladığımız kurallarına rağmen onu sarıp sarmalıyor, yaşaması için göğsünü siper ediyordu. Bu eşsiz deneyim bireyde çarpıcı bir saptırma yaşatıyor, atası sayesinde ayakta kaldığını, onun varlığını kutsamazsa bu aşırı anlarda (hastalık, kuraklık, güçlü bir yırtıcının saldırısı) ayakta kalamayacağını düşünüyordu. Haliyle bir imgeye, bir külte ihtiyacı vardı; onları koruyan kollayan bir varlığa. Baba öldükten sonra yerini alan oğulun klana sattığı da buydu; biz bir kültün parçasıydık. Ölen ata savrulup saygı duyulacak bir hayvanla birleşmiş ve özdeş bir ruhu temsil etmeye başlamıştı. E haliyle oğul da bu yoldaydı, babanın kimliğinin birleştiği hayvan ruhuyla sadece o konuşabiliyordu, ya da daha zekice haliyle bu işi şamanlara taşere edebilecek kudrete o sahipti. Fakir, aç, zavallı kesim bu baskı (sevgi, nefret, yokluk ve yalnızlık) altında küçülürken, iktidar sahibi lider, aşkın varlığa yakınlığıyla yükseliyordu.
Buraya kadar yazdıklarımı ispatlamak imkansız. Arkeolojik bulgular, modern çağda yaşayan kabilelerde yapılan gözlemler, psikolojinin derinliğini araştıran Freud, Jung ve Yalom gibi uzmanların fikirleriyle birleştirip sunduğum çeşitlemeler olarak görülmelidir. Bu tuhaf fikirlerin güzel tarafı bir bütün halinde, Dünyanın farklı yerlerinde birbirinden habersiz toplumların nasıl ortak (benzer) mitler geliştirdiğini, dinsel inanç tarihinin çok önemli basamakları olan ruh, totem, şaman gibi kavramları benimsediklerini anlamamıza yardımcı olabilir.
Bunlara bir de Erich Fromm'un bakış açısını ekleyelim. İnsanoğlu doğadaki bütünlükten savrulup atılmıştır. Diğer canlılara göre çok daha güçlü (ve lanetli) olduğu üç alan vardır; özvarlığının farkındalığı, gelişmiş aklı ve hayalgücü. Bunları bir araya kattığımız zaman, kendisini sorgulamaktan başka bir olasılığın olmadığını görürüz. Doğadan kopuşunun (ama hala onunla aynı ortamda olmanın) sebebini araştırmak zorundadır. Jung'un kolektif bilinçdışı modeli ve Freud'un Oedipus kompleksine bağlı aile içi cinsel dürtü ve tabu sistemini gözeterek, bu modern çağda bile damarlarımızda hissettiğimiz ilizyonu tekrar özetleyelim; aile, mahalle, ırk ve milli köken. Freud bütün nevrozların kökenini bunda, aile içi cinsel ilişki dürtüsünü aşamayan çocuklukta yani Oedipus kompleksinde arar. Bilinçaltı bizi süper ego seviyesinde dehşete düşürecek dürtü ve tutkulardan oluşan bir canavardır. Jung ise bunu olumlu tarafa çeker; bilinçaltının sevgi ve özgürlük dürtüsüyle dolu olduğunu iddia eder; bütün tek tanrılı dinlerin iddiası gibi. Özetle, Freud bilinçaltını dürtülerimizle dolu (ki çoğunluğu cinsel) bir canavar gibi anlatırken, Jung bunu düşünsel anlamda birliğimizi sağlayan (ama yine de bir illüzyondan ibaret) bir tanrı olarak açıklar. Erich Fromm ise bunların birleştirir. İnsanın evrendeki yalnızlığını (özfarkındalık, akıl ve hayal gücü sayesinde) anlayan ama yaşamına bir anlam katmak için yani mutlu ve özgür olmak için çırpınan bir varlık olmasını kutlar. Esas olan, kendini tanımaktır.
Bu yazılanları anlamsız görebilirsiniz, ama modern çağda olsak bile yadsıyamayacağınız bir örnek vermek istiyorum; kafamızdaki ses. Neredeyse hepimiz, belli bir dönem (belki sürekli) kafamızda uğraştığımız problemi çözemeyeceğimiz, üstesinden gelemeyeceğimize dair bir sesle gezeriz. Tonu kendi sesimize yakındır, ama biraz üstünde kafa yorarsak bu ses aslında küçükken bizi (yanlış bir şekilde) eğitmeye çalışan bir ebeveyn veya öğretmene aittir. Büyük bir çoğunluğumuz olgunlaşmamış ebeveynlerin eseriyiz. Eğer farkına varırsak ses susar, çünkü bilinçaltından yükselen çığlık yatıştırılmıştır. Bu yazdıklarımı okuyanları, bir an olsun içsel çığlıklarından arınıp kendileriyle baş başa (ve barışmış) olarak düşlüyorum. Bu modern çağda bile biz böylesine ebeveynlerimizden kalan izlere bağlıyken, paleolitik çağda yaşayan atalarımızdan ne bekliyoruz?
Bu yazılanları anlamsız görebilirsiniz, ama modern çağda olsak bile yadsıyamayacağınız bir örnek vermek istiyorum; kafamızdaki ses. Neredeyse hepimiz, belli bir dönem (belki sürekli) kafamızda uğraştığımız problemi çözemeyeceğimiz, üstesinden gelemeyeceğimize dair bir sesle gezeriz. Tonu kendi sesimize yakındır, ama biraz üstünde kafa yorarsak bu ses aslında küçükken bizi (yanlış bir şekilde) eğitmeye çalışan bir ebeveyn veya öğretmene aittir. Büyük bir çoğunluğumuz olgunlaşmamış ebeveynlerin eseriyiz. Eğer farkına varırsak ses susar, çünkü bilinçaltından yükselen çığlık yatıştırılmıştır. Bu yazdıklarımı okuyanları, bir an olsun içsel çığlıklarından arınıp kendileriyle baş başa (ve barışmış) olarak düşlüyorum. Bu modern çağda bile biz böylesine ebeveynlerimizden kalan izlere bağlıyken, paleolitik çağda yaşayan atalarımızdan ne bekliyoruz?
Bütün bu modellerde, bugünkü inançlarımızın önemli bir parçası olan ruh kavramını göremiyoruz. Peki ruh nereden çıkıp gelmişti? Bazı inançlarda gölgesi olmayanların cennete gidemeyeceği, yada gölgesi olmayanın kötü bir cin veya iblis olduğuna inanılır. Bir insanın gölgesinin olmaması onun tam olmaması anlamına gelir. Atamızın bir gölgesi vardı fakat ne anlama geldiğini kavraması hiç kolay değildi. Işığa bağlı oluşan bu olayı (olasılıkla) bir yere oturtamıyordu. Gölgesi nereye gitse onunla geliyor, yaptığı hareketlerin birebir aynısını yapıyor ama ne elle tutuluyor ne de yakalanabiliyordu. Atamız zamanının önemli bir kısmını güneş altında aydınlık bir ortamda geçirdiğini düşünürsek onun ışıkla olan ilişkisini de çözmesi çok zordu.
Etrafındaki her şeyin bir gölgesi vardı, ondan ayrılamaz koparılamazdı. Demek ki, varlığımızın ilk spiritüel uzantısı bu kütlesiz ikizimizdi; o bizim ruhumuzdu. Yırtıcı hayvanlar bize zarar verebilirdi ama gölgemize hiçbir şey olmazdı. Yaşadığımız sürece bizimle hareket eden, ölüp de gömüldüğümüzde ortadan kaybolan bu gölge-ruh acaba bizim yaşam kaynağımız olabilir miydi? Ayrıca, melek olarak düşündüğümüz şeyler de üstümüzden uçup geçen büyük kuşların yerdeki gölgesi olabilir miydi? Atamız kafasını kaldırıp baksa kuşu görme şansı düşüktü; güneş gözlerini kamaştıracaktı. Ama gölge bütün ihtişamıyla oradaydı. Toprağın üstünde hızla süzülüyordu. Onun hangi kozmik aleme ait olduğunu anlamaya çalışmak, bir hayli hayal gücümüzü çalıştırmış olmalı.
Atamız bir tarafta aile travmalarıyla uğraşırken, diğer tarafta onun yakasını hiç bırakmayan gölge-ruhuyla inanç sistemlerini oluşturmaya başlamıştı. Ata kültüne bağlı totem ve tabuya, ilk spiritüel varlık da eklenmiş ve ilkel bir dinsel inanç sistemi oluşmaya başlamıştı.
Gelecek bölümde şamanların dünyasına giriyoruz.
Saygılar
Comments