Merhaba,
Yazı dizimize Antik Yunan uygarlığının yetiştirdiği büyük oyun yazarlarının eserleriyle devam ediyoruz. İlkel Dinler Tarihi-15 (Yunan Mitolojisi-1) adlı bölümde belirttiğimiz gibi, diğer uygarlıkların aksine Antik Yunan'da mitoloji ve buna bağlı dinsel düşünce tarihi ruhban sınıfından çok sanatçıların elindeydi. Ozan ve yazarların elinden çıkan eserler sadece temel dinsel modeller (kozmogoni, teogoni ve eskatoloji) üstüne değil, tanrılar ve insanlar arası ilişkiler, sosyal ve psikolojik çözümlemeler, siyaset ve ideal toplum yapısı hakkında fikirleri de paylaşıyordu. Bu eserler arasında, yazı dizimize hitap edecekleri iki grupta toplayabiliriz;
Titanların savaşı ve kahramanlar çağı hikayeleri
Atreus ve Labdakos ailelerinin bitmeyen trajedileri
Aiskhylos'un eseri Theogonia'dan bildiğimiz Prometheus'un Zeus'a karşı gelip ateşi çalması ve insanlığa vermesi sonucu Kafkaslarda bir dağda zincire vurulmasıyla başlar. Bilindiği gibi her gün karaciğerini bir kartal yiyecek, bir sonraki gün ciğeri tekrar oluşacak ve kartal tekrar gelecektir. Bu acıya bağlı ceza tam bir zorba lidere göredir. Hatırlarsanız, Zeus daha yeni hükümet darbesini yapmış, Titanların başını ezmiş, Olympus'u yüceltip Yunan panteonu haline getirmişti. Kendi takipçilerinden (Aiskhylos'a göre yandaşlarından) oluşan ve liyakat gözetilmeden atanmış panteonu, onun hükmüne koşulsuz itaat göstermiş, yargı, yürütme ve yasama şimşekler savuran ellerine bağlanmıştı. Fakat, buna karşı çıkan birisi vardı; Prometheus. Onu dağa zincirleyen Hephaistos, baş sözcüsü (uşağı) Hermes, baş dalkavuğu Okeanos ve iktidarını perçinlediği zorba Kratos etrafını sarar. Onu yolundan çevirmeye çalışırlar, ama o dönmez, çünkü asıl gücün kendisinde olduğunu bilir. Zorbalığa karşı özgür düşünceyi savunur ve Zeus'un iktidarının kendi içine çökeceğine kehanet eder. Ona göre asıl kaybeden Zeus'tur; fiziksel gücü, aklın gücü üstünde tuttuğu için kaybedecektir. Düşünce özgürlüğünü bastırmak istediği için etrafında sadece bu uşaklar, dalkavuklar ve zorbalar kalmıştır. Babasını şiddetle devirdiği için, onun başına da aynısının geleceğine inanır; korkuyla etrafına duvarlar örmüştür. Tıpkı, bir çocuk gibi hırçın ve tutarsızdır. Akıl onu terk etmiş, insanların eline geçmiştir. Zeus'un insanoğlu tarafından yıkımı kaçınılmazdır.
Panteonun tepesindeki tanrının yerin dibine batırıldığı bu oyunu oynamak cesaret mi ister, yoksa Antik Yunan uygarlığının parlaklığının bir göstergesi midir?
19. yy.'a kadar özgür düşünceyi böylesine yücelten kaç eser vardır?
Rodoslu Apollonios'un M.Ö. 3. yy'da kaleme aldığı bu efsane, Troya savaşından daha önce gerçekleşmiş bir deniz yolculuğunu anlatır. 'Argo Gemicileri' olarak çevirebileceğimiz eserdeki ekipte İason, ozan Orpheus ve Herakles gibi ünlü karakterler vardır. Özetle, İolkos kralı Aison tahtı üvey kardeşi Pelias'a kaptırır. Aison'un oğlu İason gençlik çağına gelince taht hakkını talep eder. Pelias da ondan efsanevi altın postu Kolkhis'den (Gürcistan civarı) bulup getirmesini ister. İason, gemici Argos'un yaptığı Argo adlı gemiye iyi bir ekip kurup yola çıkar. Ege adalarında turlar Marmara Denizi'ne girerler; türlü badireler atlatırlar. İstanbul Boğazı'ndaki çarpışan kayalardan kurtulup Karadeniz'e açılır, Amazonlar dahil olmak üzere birçok kavimle karşılaşır, mücadele ederler. Nihayet ulaştıkları Kolkhis krallığında onları zorlu bir sınav bekler. Altın postu geri alabilmeleri için İason'un önce bir ejderi öldürmesi, ateş püskürten tunç ayaklı iki boğayı durdurması ve ejderin dişlerini tarlaya ekmesi gerekir. Sonuncusu bir tuzaktır; bu dişlerden silahlı adamlar doğup ona saldıracaktır. Normalde bu görevleri yerine getirmesi mümkün değildir, ama Argonotların koruyucusu Hera olaya müdahale eder. Afrodit'ten oğlu Aşk Tanrısı Eros'la konuşup, Kolkhis kralı Aites'in kızı Medea'yı, İason'a aşık etmesini ister. Eros'un okuyla Medea İason'a aşık olur ve onun için yapmayacağı şey kalmaz. İason, Medea'nın büyülerinin verdiği güçle görevleri bir bir yerine getirir. Kral Aites yine de postu vermek istemeyince, Medea tekrar müdahale eder; İason'la beraber postu kaçırıp Argo'ya yükler, yola çıkarlar. Aites, işin peşini bırakmayıp saldırır ama Medea onu durdurur; yanına aldığı kardeşini kesip küp küp doğrar kaçış yollarına atar. Aites ve askerleri şok halde bu et parçalarını toplarken, Argo Gemicileri uzaklaşır.
İolkos'a vardıklarında İason postu amcasına verip, taht hakkını talep eder. Amcası Pelias bunu kabul etmeyince, Medea yine araya girer. Pelias'ın kızlarıyla arkadaş olur ve onları kandırır; yaşlanan babalarını gençleştirmeleri için bir büyü bildiğini söyler. Örnek vermek için yaşlı bir koçu kesip büyülü otlarla kaynatır, sudan bir kuzu çıkar. Kızlar, sevinçle babalarını kesip kaynatırlar, gençleşeceğine haşlandığını görünce dehşete kapılırlar. Bu korkunç durumu öğrenen Pelias'ın oğlu, İason'la Medea'yı kovalar. Sığındıkları ülkenin kralı Medea'nın ününü duymuştur. Ayrıca İason da canavar karısından bıkmış, onu evine gönderip başka bir kızla evlenmek istemektedir. Medea oyuna gelmez, şanına yakışan bir intikam alır; İason'un evlenmek istediği kıza güzel bir elbise hediye eder, kız bunu giyince alev alıp canlı canlı yanar. Bununla da doymaz, İason'dan olan iki oğlunu boğar ve cesetlerini babalarının önüne atar. Sonra kaçıp başka alemlerde suç işlemeye devam eder.
Argonautika, her ne kadar bir macera hikayesi gibi görünsede, yan yoldan ilerleyen Medea onu ezer geçer ve bir korku filmine çevirir. Apollonios'un başlatıp, Euripides'in devamını getirdiği bu mitte karşımızda bir karanlıklar kraliçesi vardır. Masum bir kız, aşk büyüsüyle bir canavara dönüşmüş, akraba, çoluk çocuk demeden önüne geleni Hannibal Lecter kıvamında katletmektedir. Peki böylesine çarpıcı bir karaktere neden ihtiyaç duymuşlardı? Tam cevabını bilmemekle beraber bir önemli olasılığa dayanabiliriz; imkansıza yakın bir görevi yerine getirebilmek için büyük fedakarlıklar gerekir. Aşk sarmalında karşımıza çıkan bu fedakarlık kimliğin, karakterin değişmesine kadar gitmektedir. Tarihimizin en eski olgusu olan feragattan beslenen bu yıkım, ejderha, boğalar, kalabalık ordular gibi küçük bir grup için aşılmaz güçlerin üstesinden gelmiştir. Fakat, devamında da dönüp kendisini yakmıştır. Hırs ve kibirin yıkıcı gücüne bir göstergedir, ayrıca tanrılar eliyle (Hera, Afrodit ve Eros) bu dönüşüm gerçekleşmiştir, kimse masum değildir.
Yunan tragedyalarında Atreus ailesi ayrı bir yer tutar. Tanrısal kökenleri olan bu ailenin trajedisi Atreus ve kardeşi Thyestes ile başlar. Taht kavgaları sırasında Atreus kardeşinin çocuklarını öldürür ve babalarına yedirir. Yemeğin sonunda da yediği etin çocukları olduğunu söyler; kesik el ve ayaklarını gösterip alay eder. Thyestes intikamını alır ama ailenin üstüne kan bir kere dökülmüştür. İşte bu soydan Agamemnon doğar. İlyada'da Akha ordularının komutanı olarak tanıdığımız Agamemnon Troya kuşatması için sefere çıkacaktır. Aulis limanında donanmayı toplar fakat rüzgar bir türlü esmediği için yola çıkamazlar. Kahinler, Artemis'in kutsal geyiğini öldürüp tanrıçaya saygısızlık yaptığı için rüzgarın esmediğini ve ancak kızı İphigenia'yı ona kurban ederse bu sorunu çözeceğini söylerler. Agamemnon kahrolur ama Akha'ların bekası (!) için kızını kurban etmeye karar verir. Karısına yazıp, İphigenia'yı Aulis'e getirmesini ister. Sebep olarak da kızını Akhilleus'la evlendireceğini söyler. Anne kız sevinçle yola çıkar, fakat Aulis’e varınca ne olacağını anlarlar. Karısı Klytaimnestra şiddetle karşı çıkar, fakat İphigenia ülkesinin geleceği için kurban edilmeyi kabul eder. Uzun tiratlarda İphigenia'nın nasıl vakur, alımlı ve sükunet içinde başına gelecek korkunç şeyi karşıladığını görürüz. Tam yakılacakken, Artemis kızı ateşler arasından kurtarıp kaçırır; kimse bunu görmez. Rüzgar geri gelir ve Akha ordusu yola çıkar. İlyada destanı sonunda Agamemnon evine geri döner. Karısı Klytaimnestra, İphigenia'nın yakılarak kurban edilmesini bir türlü kabul edememiştir. Bir gece uykusunda onu öldürür.
Bundan sonra sahneye ünlü Elektra çıkar. Annesinin babasını öldürmesini kabul edemez. Tanrılara yapılan saygısızlığın kefareti olarak ödenen İphigenia'nın kurban edilmesinin babasının arzusu değil, laneti olduğunu iddia eder. Bunu, istemeden yaptığını ve ülkesi için bu duruma katlandığını söyler. Daha sonra da kardeşi Orestes'le beraber annesini öldürür. Argos'tan kaçan kardeşler tutuklanır; bir taraftan intikam perileri Erinyslerce eziyet edilirken, diğer tarafta halk mahkemesinde yargılanırlar. Yine karmaşık ilişkiler, ahlaki dönüşler ve derin toplumsal sorgulamalarla örülü bu tragedya sonunda Apollon'un müdahalesiyle Orestes beraat eder. Sonra, Apollon Orestes'i Tauris'e gönderip, kardeşi Artemis'in heykelini getirmesini ister. Aslında İphigenia oradadır; Artemis onu kurban edilmeden önce kaçırıp Tauris'teki tapınağına rahibe yapmıştır. Orestes hem kardeşini, hem de heykeli kurtarmaya çalışırken olaylar yine karışır. Bu sefer Athena müdahale edip sorunu çözer ve kardeşler Argos'a geri dönerler.
Burada anlattıklarımı birçok tragedyadan özetledim. Atreus Evi üstündeki karanlığı soylar boyu görmüş olduk. Peki burada tam olarak kim suçlu? Tanrılar aralarındaki bir çekişmeyle Troya savaşını başlatmış, insanları birbirlerine kışkırtmıştı. Olaylar gelişip buralara kadar geldi. İnsanlar birbirini yerken, her bir oyun sonunda (Apollon ve Athena'nın yaptığı gibi) müdahele edip onları iyilik yoluna mı sokuyorlardı? Daha başında savaşa sebep olmasaydılar ya? İşler buraya kadar gelmez, trajediler yazılmazdı... Peki insanlar? Hepsi birbirinden tutkulu, hırslı, kibirli... Kimisi, yakılmayı göze alacak kadar bağnaz...
Antik Yunan'da yaşayanlara ne mutlu; beyinlerini zehirleyen, sonu gelmez, vasat diziler yoktu hayatlarında. Halktan herhangi birisi bu oyunları izleyip, evine giden mermer yol boyu düşüncelere dalıyor, kendine "Acaba gerçekten kim suçlu?" diye soruyordu. Sanatçı, siyasetçi ona ayar vermiyor, sadece düşünmesi için yolu açıyordu.
Neredeyse bütün fertleri felaketlere savrulan Atreus ailesi yanında, korkunç kaderiyle Labdakos ailesi de Yunan Tragedyasında önemli bir yer tutar. Olaylar, Oidipus'un etrafında düğümlenir ve insanı dehşete düşürür. Kısaca özetleyelim; Laios, Thebai'nin kralıdır. Eşi İokaste'yle bir çocukları olur. Apollon'un kahinleri bu çocuğun babasını öldüreceğine kehanet eder. Felaketin önüne geçmek için çocuğu bir dağda kendi başına bırakırlar. Bir çoban onu bulup çocuğu olmayan Korinthos kralına verir. Oğlan büyür, bir gün Delphi kahinine başvurur ve ondan babasını öldürüp, annesiyle evleneceğini öğrenir. Bu korkunç kadere itiraz eder, krallığı terk edip yollara düşer. Thebai'ye gelir, yolda tanımadığı babasıyla karşılaşır. Kral yoldan çekilmesi için ona bağırır. Oidipus sinirlenip saldırır; kral ve adamlarını öldürür. Yoluna devam eder, Thebai kapıları önünde Sphinks'le karşılaşır. Ünlü bilmecesini çözer ve şehri canavardan kurtarır. Böylece tahta geçer ve tanımadığı annesi ile evlenir, ondan çocukları olur. Zaman içinde Thebai'yi kıtlık ve hastalık vurur. Danıştıkları kahinler, problemin Laios'u öldürenden kaynaklandığını, onu kentten atmadıkça şehrin üstündeki kara bulutların dağılmayacağını öğrenir. Sıkı bir araştırma ona bütün bu olan bitenden kendisinin sorumlu olduğunu gösterir. Kahrından kör olur, şehri tek eder; kefaretini ödeyip ortadan kaybolur. Diğer bir tragedyada, onun kefaretini ödemiş, hata ve günahlarından arınmış, kahramanlar çağı insanları mertebesine yükselmiş halini görürüz. O artık tanrısal bir kişiliktir; naaşının yattığı düşünülen Sparta kutsanmış ve hiçbir savaşta yenilmemiştir.
Tragedyanın çarpıcı bir kısmını burada aktarmak istiyorum;
Dinle, bak neler diyeceğim: Emirler vererek, tehditler savurarak Laios'un kanına giren adamı arıyorsun. Burada bu adam. Onu yabancı sanıyorlar; çok geçmeden Thebai'de doğduğu anlaşılacak. Sevinmeyecek bunu öğrendiğine. Gözleri görürken kör olacak, zengin iken fakir düşecek ve bir değneğe dayanarak yabancı diyarlarda dolaşacak. Dahası var: Çocuklarının hem babası, hem kardeşi; onu doğuran anasının hem kocası, hem oğlu olduğu; babasının karısından çocukları doğduğu; babasını öldürdüğü meydana çıkacak...
Antik Yunan'da Oidipus'un gerçekten yaşadığı düşünülürdü. İlk defa Odysseia'da Ölüler Ülkesi'nde karşımıza çıkar. Trajedisi kısaca özetlenir ve çekeceği acılar anlatılır. Haliyle, tragedyanın özünü kahramanlar dönemi mitlerinden aldığını düşünebiliriz. Derinlere indiğimizde kişinin kaderine karşı isyanı ve kefaretiyle bundan arınmasını görürüz. Ama biraz daha derine inersek, İlkel Dinler Tarihi-3 (Paleolitik Dönem-3) adlı yazıda değerlendirdiğimiz unsurları görürüz; totem ve tabu. Oidipus'un hikayesi aslında bir ata ve onu deviren oğlunun iktidar mücadelesi olarak görülebilir. Babasını öldürmüş, annesiyle ensest bir ilişki yaşamış, tahtına kurulup çocuklarıyla keyfini sürmüştür. Ta ki, gerçek ortaya çıkıp tabu kabul ettiğimiz şeyleri çiğnediği anlaşılıncaya kadar. Dünya din tarihinin ilk modellerinden birisi olan totem ve tabu, bu eserle beraber sanatta yerini almıştır. O artık bir inanç modeli değil, sanat içinde kendine yer edinmiş bir fikirdir. Zaten, asıl amacımız da bu değil miydi? İlkel dinsel düşünce ve inançların, zaman içinde savrulup sanat, neo-mit ve batıl inançlarda kendilerine yer edindiklerini göstermek. Oidipus tragedyası bu yaklaşımın çok iyi bir örneğidir.
Antik Yunan uygarlığı o güne kadar adı konulmamış bir şeyi keşfetmişti; yaşama sevincini. Theogonia'da Hesiodos'un paylaştığı distopik gelecek, Odessia'da tanık olduğumuz ölüler ülkesinde (her ne kadar dini vecibelerini yerine getirmiş olsalar da) amaçsızca dolaşan ölüler bizi umutsuzluğa sürükler. Yaşam tekdir, daha iyisine dirilme şansımız yoktur. Haliyle, her ne yaparsak burada kalacak ve başka bir boyutta benzer (veya daha fazla) hazza ulaşma şansımız olmayacaktır. O zaman geriye tek bir şansımız kalır; "Şimdiki zaman içinde tam olarak, ama soylu bir şekilde yaşamak." Yani, bir tarafta tensel zevkler, duyusal hazlar elde edilirken, diğer tarafta düşünce ve sanatsal yaratım da olmalı, ayrıca gençlik ve sağlık gözetilip bedensel aktiviteler düzenli yerine getirilmelidir. Bununla da kalmayıp, nezaketin korunduğu sosyal bir çevre kurulmalı, evimize gelen iyi ağırlanmalı, yönetime katkı yapılmalı, kısacası toplumsal dayanışma sağlanmalıdır. Bunlar düzgün bir şekilde yapılabilirse, insan huzur, güven ve sükunet içinde yaşama sevincine varacaktır. İşte bu yüzden, ozanlar ve yazarlar eserlerinde yaşama sevincini ön plana çıkarttılar. Ondan kopanların, tiranlığa soyunanların, üç büyük hırsımızla boğulanların (iktidar, mülkiyet ve aşk/kıskançlık), yozlaşanların ve yaşama sevinci arzumuza derman olamayan beceriksiz veya ilgisiz tanrıların alabildiğine eleştirildiği bu eserler hep revaçtaydı. En küçük şehirde bile bir tiyatro kurulmuş, belli dönemlerde bu tip eserler sergileniyordu. İnsanoğlunun ve tanrıların hırslarına, kibrine, tutarsızlığına yergisi, eleştirisi, duygusal patlamaları; fark gözetmeksizin insan ve tanrıların alaya alınması bol bu eserler o kadar çok sevilmiş ki, bir çoğu günümüze kadar kalabilmiş.
Bu aşırı 'insancıl' yaklaşımın ateistlikle sonuçlanacağını düşünebiliriz, ama öyle olmamıştı, çünkü Antik Yunan halkları panteonlarına şükran duyuyordu. Bu yüzden her şehirde tapınaklar vardı. Hatta, Artemision gibi bazıları gözümüzü alan dev, görkemli yapılardı. Enteresan nokta, insanlar tanrıların komik duruma düşürüldüğü oyunları izleyip, bir gün sonra tapınaklarda aynı tanrılara tapıyordu. Hiçbir tapınaktan "din elden gidiyor!" diye bir haykırış yükselmezken, diğer tarafta onları (sözde) küçümseyen sanat eserlerini beğenmiş insanların bağış ve sunularıyla gelirlerini sağlayabiliyorlardı. Diğer dinsel inançların ruhban sınıfları panteonla toplum arasına ulaşılmaz çizgiler çekip, aracılık görevini üstlenirken, Antik Yunan'da bu tam olarak işlemiyordu; en güzel göstergesi de birbirinden güzel tanrı heykelleriydi. Heykeltraşlar tanrıları genç, sportif, kaslı, sağlıklı, güzel veya yakışıklı yapıyor, mükemmel insan kisvesine oturtuyordu. Tam bir insan olarak sunulan tanrılar onları bizden (tinsel anlamda) uzak tutacağına yakınlaştırıyor, onlardan korkacağımıza sevdiriyor ve daha sağlam (ve sağlıklı) bir ruhsal bağ kurulmasını sağlıyordu. İlkel Dinler Tarihi-13 (Hititler) yazısında belirttiğim gibi, tanrılar tembel, tutarsız, beceriksiz veya ilgisiz olabilirdi. Onları devirme şansımız yoktu ama eleştirmek, yeri geldiğinde "ayar" vermek, biz kullarının hakkıydı. Çünkü, biz olmazsak onlar da anlamlarını kaybederdi. Anadolu'da yeşeren bu düşüncelere hayran olmamak elde değil.
Bu fikirleri tanrıları yerden yere vuruşuyla komedyalar da destekleyecektir. Onları burada ele almıyorum çünkü ileride bizi Savrulmuş Mitler yazı dizinde karşılayacaklar. Antik Yunan oyun yazarları, tarihin ilk ütopyalarını sahneye koyup, sistemin eleştirisini yaratıcı bir üslupla ele alacaklar.
Sevgiler
Comments