Merhaba,
Bu yazımızda Yunan mitolojisinde çok önemli bir yer tutan İlyada ve Odysseia eserlerine odaklanacağız. M.Ö. 9 yy.'da Sakız Adası'nda yaşadığına inanılan Homeros'un yazdığı bu görkemli eserler o dönemin tarihini tanrılarla bezenmiş bir mitin içinde anlatır. Homeros'un yaşamı bir muammadır. Hakkında bulunan ilk kanıt Herodot'un bahsidir; Homeros'un kendisinden 400 yıl önce yaşadığını söyler. İlyada ve Odysseia'dan parça parça yazılı kopyalar M.Ö. 8 yy civarında görülür ama ilk bütünlük M.Ö. 5 yy.'dandır. M.Ö. 1200'lü yıllarda geçen olayları 400 yıl sonra kaleme alan bir ozanın kendisinden 400 yıl sonra İonya'dan Yunan topraklarına geçen nüshalarına bakarak olayların gerçekliği ve yazarının hayatı üstüne pek bir yorum yapamayız. Ama eserleri okuyunca, bunların kesinlikle bir ozanın elinden çıktığını ve (aslında) çok daha kapsamlı, çok daha geniş bir destanın (kendine göre) önemli parçalarını derlediğini görürüz. Ayrıca bunları çok güzel bir edebi dil ve heyecan dolu bir olay örgüsüyle anlatmıştır; tabi çevirmenlerin bize aktarabileceği kaliteyle. Şanslıyız ki, İş Bankası - Hasan Ali Yücel Klasiklerinden çıkan nüshaları Azra Erhat'ın çevirisi, şair A. Kadir'in (Abdülkadir Meriçboyu) çeviriyi şiirsel düzleme oturtması ile bu eserleri derinden hissedebiliyoruz. Haydi, bu toprakların kadim kültür mirasını incelemeye İlyada ile başlayalım.
Bir ozanın elinden çıkmasına rağmen neredeyse kutsal kitap seviyesinde saygınlığa sahip bu edebi eser yazımından çok önce olduğuna inanılan Troya savaşının son 51 gününü anlatır. Akha'lıların Agamemnon yönetimindeki birleşik orduları Troya savunmasını bir türlü aşamaz. Büyük savaşçıları Akhilleus'un Agamemnon'la kavgası yüzünden çarpışmalara katılmaması da önemli bir dezavantajdır. Hektor yönetimindeki Troya ordusu; Akha'ları defalarca püskürtür hatta karargahlarına, gemilerine ulaşmak üzeredir. Akhilleus'un yakın arkadaşı Patraklos buna daha fazla dayanamaz. Büyük savaşçıdan silahlarını ister ve onun yerine Troya ordusuna saldırır. Hektor onu karşılayıp öldürür; Akha'lar cesedini zar zor geri alır. Bunu duyan Akhilleus resmen çıldırır. Annesi deniz tanrıçalarından Thetis'in ricasıyla zanaatkarlığın tanrısı Hephaistos ona yeni bir silah seti yapar. Aldığı bu ilahi destekle Troya ordusunu bozguna uğratır. Hektor'u dövüşe çağırır. Hektor kaybedeceğini bile bile düelloyu kabul eder. Akhilleus, Troya surlarının önünde onu öldürür ve cesedini alıp karargahına döner. Troya kralı, Hektor'un babası Priamos gizlice Akhilleus'un barakasına girer ve oğlunun cesedini alıp şanına uygun bir cenaze töreni düzenlemek için izin ister. İlyada bu cenaze töreni ile sona erer.
Ön planda bu savaş devam ederken, fonda hatta bazen sahada tanrıların varlığını görürüz. Hera ve Athena başta olmak üzere bazı tanrılar Akha'ların, Apollon ve Afrodit'in öncülüğünde diğer bazı tanrılar da Troya'nın tarafındadır. Zeus aralarında denge kurmaya çalışır ve bu konuda genellikle başarılıdır. Bir CEO gibi davranır; çatışmaları çözer, arayı bulur, dengeyi gözetir, sonuçlara odaklanır. Çok zorunlu kalmadıkça masaya yumruğunu vurmaz. Zeus'da kibir görmeyiz, zeki ve kurnazdır; tanrılar arasındaki çıkar ilişkisini güzel yönetir. Eseri okurken, aslında onun Posedion ve Hades'le Yunan panteonunda eş başkan olduğunu öğreniz; bu üç kardeş özünde eşittir. Yine de Olympos'un yönetimi Zeus'tadır, diğerleri buna saygı duyar ama o da nereye kadar yetkisi olduğunu bildiğinden kardeşlerini pek zorlamaz. Kıskanç ve hırslı karısı Hera'nın Akha fanatizmine birşey demez ama haddini aşınca tepkisini de koyar. Diğer tanrılar bir yana, savaş tanrısı Ares'i bu denge politikasının dışında tutar. Genellikle bir tanrıdan çok kavram olarak düşünülen savaş, Antik Yunan inancında iyi bir yer tutmazdı. Savaşların hep acı ve ızdırap getirdiği, aldığı canlar yüzünden zaferin anlamını kaybettiğine inanılırdı. Zeus bunu birinci elden dile getiriyor, oğlunun büyük kötülüklere sebep olduğunu söylüyordu. İlginçtir, Ares hiçbir tepki göstermez, kendine yakıştırılan kötü sıfatlara karşın sessiz kalırdı. En çok da Athena ile çatışma yaşardı, çünkü ikisi de savaşçıydı ama bizim oğlan deli bozuk, kana susamış bir savaşın peşindeyken; Athena aklın yönettiği, strateji ve taktiğin ön planda olduğu çarpışmaların simgesiydi.
Athena, İlyada'da her yerdedir; sahada oradan oraya koşar. Morali bozulan, kaçan Akha'lıları telkin ve motive edip cepheye geri sürer. Hera ile beraber sıkı bir Akha taraftarı olan Athena, Helenistik dönemin baş tacıdır. Yunanistan ve Ege bölgesinde yeşeren bu uygarlık kendilerini Akha kökenli görüyor ve Atina'nın koruyucu tanrıçası Athena'yı yüceltiyordu. İlyada'da en önemli görevlerinden birisi, Zeus'un dikkatine çekmeden Akha'lıların üstünlüğü sağlayacağı strateji ve taktikleri geliştirmekti. Bunda oldukça başarılı olmuş ki, savaş defalarca Akha'lıların aleyhine ilerlerken öyle/böyle rüzgarın yönü değiş(tiril)miş ve zaferi elde etmişler. Athena, Zeus'tan doğan bir tanrıdır. Zeus, Yunan mitolojisinde aklın yerini tutan Metis'le birleşmiş ve ondan olan kızını kendi bünyesine almıştır. Athena babasının başından çıkmış, böylece aklın gücünü bünyesine katmış ve bilge bir savaşçı olarak panteonda yerini almıştır. Kökeni Sümer mitolojisinden İnanna'nın savaşçı kimliğine kadar gider.
İlyada'da diğer bir önemli olay Akhilleus'un bitmek bilmeyen öfkesidir. Patraklos'un ölümü onu derinden sarsar ve ardından uzun uzun ağlar. Sonra bitmek bilmez bir hınçla Troya ordusuna saldırır. Cepheden daldığı birlikleri dağıtır, kaçanları kovalayıp öldürür. Çarpışma bir ara Karamenderes nehri civarına gelir. Akhilleus'un katliamıyla sular kırmızıya boyanır. Nehirin kendisi (Skamandros) bir tanrıdır, cisimleşip dile gelir ve Akhilleus'un durmasını, kendisini daha fazla kirletmemesini söyler. Gözünü kan bürüyen Akhilleus nehri dinlemez, öldürdüklerini suya atmaya devam eder. Skamandros öfkelenip kabarır, Akhilleus'u dalgaların arasında sürükler. Hera duruma engel olmak için Hephaistos'u çağırır. Zanaatkarların tanrısı Hephaistos nehrin kıyısına inip ateşini (öylesine büyük bir ateşi) yakar ve akan suyu durdurur. Skamandros, onunla mücadele edemeyeceğini anlayıp Akhilleus'u bırakır. Bu kısa mücadelenin tarihte kayda geçen ilk deniz savaşı olduğunu düşünebiliriz, ama denizin bizzat kendisiyle...
Savaşçının öfkesi dinmek bilmez, serbest kaldığı gibi Troya'lıların üstüne koşar. 12 Troyalı genç askeri esir alır ve daha sonra bunları Patraklos'un cenazesinde kurban eder. Onu ancak Hektor'un canını almak sakinleştirir, o da bir nebze. Cesedine bile eziyet etmeye devam eder, bu kahramanın bir cenazeyle ölüler ülkesine gitmesine izin vermez. Yukarıda da aktardığımız gibi Priamos'un yalvaraşlarıyla yüreği yumuşar ve onu babasına teslim eder. Kendisi, gazap içinde uzun bir süre daha yas tutacaktır. Bu hikayedeki büyük hınç ve nefreti açıklayabilecek tek bir duygu durumu olabilir; aşk. Patraklos'un Akhilleus için bir arkadaştan daha fazlasını ifade ettiğini görmemiz gerekiyor. Aksi takdirde bu kadar büyük bir öfke, yıkım ve katliamla Akhilleus, Dünya tarihinde yaşamış ilk büyük kötü insan olurdu. Antik Yunan döneminde eşcinselliğin normal karşılandığını da bilerek, onun bunu aşkı için yaptığını kabul etmiş olmalılar. Aksi takdirde gözünü kan bürümüş bir caniyi tarihlerindeki en önemli kişilerden birisi olarak onurlandırmalarını bekleyemeyiz.
İlyada'nın elimizdeki ilk nüshası Atina'da basılmıştı. Haliyle, gerekli sansür ve değişikliklerle Akha tarafını tutacak şekilde ayarlanmıştı. Fakat, daha derine baktığımızda bu ayarın tutmadığını görürüz. Aslında eser bize batıdan gelen emperyalistlere karşı Anadolu'nun ilk kurtuluş savaşını anlatır. Hektor'un da bu toprakların ilk Mustafa Kemal Paşa'sı olduğunu düşündürür. Her ne kadar savaşı kaybetmiş olsa da, onun liderliği, cesareti ve ahlakı gönlümüzü fetheder. Günümüzden (o da doğruysa) en az 2200 yıl önce yaşamış bir adam için üzülür, düşüncelere dalarız. Bu kadar geçmişten gelip de, bizi kim bu kadar etkileyebilir?
Savaşın sonunu İlyada'dan öğrenemeyiz. Ünlü Troya atı efsanesi Homeros'un diğer eseri Odysseia'da anlatılır. Zaten, yetmedi mi bu kadar savaş? Biraz da macera dolu Ege ve Akdeniz'i gezelim.
Homeros'un diğer önemli eseri Odysseia, İlyada'dan bildiğimiz Odysseus'un Troya düştükten sonra ülkesine dönüşünü anlatır. İthake'ye dönüşü on yılını alacaktır. Bu eser, Dünya tarihin ilk gerçek romanı olarak kabul edilir. Olayların akışı düz bir çizgide ilerlemez; zamanda ileri geri sarar. Ayrıca, paralelde bir kaç sahne birden devam eder. Eserin başında, Odysseus'un on yıldır uzakta kaldığı evini bölge soylularının bastığını, güzel karısıyla evlenip krallığına konmaya çalıştıklarını görürüz. Odysseus'un oğlu bu duruma bir son vermek için çevre ülkelere gider, babasını bulmak için İlyada kahramanlarıyla konuşur; hakkında bilgi toplar ama nerede olduğunu bulamaz. Bu sırada Athena durumu fark eder ve Zeus'un izniyle Odysseus'u tutsak eden Kalypso'nun onu serbest bırakmasını sağlar. Yola çıkan kahramanımız Phaiakların adasına ulaşır. Zamanının çok ötesinde özgürlüğe sahip, demokrat ve çoğunluğun katılımıyla yönetilen, sanatın ön planda tutulduğu mutlu mesut bir ülkedir bu. Platon'un Devlet'inden çok önce kaleme alındığı için tarihe ilk ütopya tasarımı olarak geçebilir. Odysseus bu adanın halkına Troya'dan ayrıldığı günden beri başına gelenleri anlatır. Maceralarından önemli gördüklerime değinmeye çalışacağım.
Birincisi Kyklopların (Tepegözlerin) adasında başına gelenlerdir. Hikayenin girişini paylaşıyorum;
Ne bir bitki dikmek ne de toprağı sürmek için parmaklarını dahi oynatmayan ve yalnızca sezgilerine güvenen zalim, çağdışı Kyklopların adasına geldik. Mahsulleri sürülmemiş toprakta filizlenir. Buğday, arpa ve olgunlaştığında cömert salkımlarından topladıkları üzümlerden yaptıkları şaraplar vardır. Kyklopların ne kanunları ne de gelenekleri vardır. Her bir erkeğin, çocukları ve eşleri için bir kanun yapıcısı olduğu ve de bir nebze dahi olsa komşularını düşünmedikleri tepelerdeki mağara oyuklarında yaşarlar.
Kykloplarla bize anlatılmak istenen avcı toplayıcı bir toplum olmalı. Yaşam düzenlerine bakarsak, küçük klanlar halinde organize olmuşlar. Adalarında ne bir örgütlenme ne de bir kurumsal yapı görünür. Tarımı bilmezler, yaban bitkilerden beslenirler. Hikayenin devamında görebileceğimiz gibi keçileri, koyunları vardır; bunların eti ve sütünden beslenir, postlarını giyerler. Buraya kadar bakarsak Kykloplar hayvanları evcilleştirmiş ama tarımı bilmeyen, erken neolitik döneme ait bir topluluğa benziyor. Bu da bize 10 bin yıldır süren avcı-toplayıcı ve tarım toplumları arasındaki çatışmayı hatırlatır. Çirkin ve kaba saba görünen Kyklopların buraya başka bir yöreden göçüp gelmiş barbar kavimlerden olduğunu da düşünebiliriz. Gerçek olaylar savrulup mitin içinde simgeleşmiştir.
Bir diğer önemli olay Odysseus'un mahsur kaldığı iki kadın büyücü/tanrıça hakkındadır. Kahramanımız adamlarıyla beraber Aiaie denen adaya çıkar. Buranın efendisi Kirke adında bir tanrıçadır. Hayvanları kontrol eden, Odysseus ve adamlarını kolayca büyülen bu tanrıça, Olympos'un bir parçası değildir. İyonya dışında, farklı bir mitolojiden geldiği bellidir. Aiaie denen yerin aslında Güney İtalya'da yer aldığı düşünülüyor. Bu bölgeye Ertürsk'ler M.Ö. 7 yy.'da Anadolu'dan göçmüşlerdi. Bu toplumun Anadolu'da her yerde karşımıza çıkan hayvanların efendisi ana tanrıça kültünü taşıdığını düşünebiliriz. Bölgede o gün olmasa bile, Roma döneminde Feronia adlı yine ana tanrıça kültüne bağlı bir inanış olduğu biliniyor. Haliyle, Kirke'nin bir ana tanrıça varyantı olduğunu söyleyebiliriz.
Hikayenin devamında Odysseus'un bu sefer Malta'da Kalipso'nun elinde mahsur kaldığını görürüz. Malta'da ilk gerçek medeniyeti Fenikeliler kurmuştu. Onların adaya Maleth adını verdikleri bilinir. Kalypso ise Maleth'in Yunancaya çevrilmiş halidir. Fenikelilerin bir ana tanrıça kültü olduğunu biliyoruz. Diğer bir olay, Malta'da arkeolojik kazılarda venüs figürinlerine benzer heykellere ulaşılmış. Bu iki kanıtla, ana tanrıçanın Malta'ya ya Fenikeliler, ya da çok öncesinde Avrupa'daki paleolitik dönem insanları tarafından taşındığını düşünebiliriz. Özetle, Kirke ve Kalypso kadim bir inancın Akdeniz'e yayılmış birer varyantı olarak görünüyor ve Homeros Odysseia'da bunları kucaklıyor.
Odysseus, Kirke'nin yanından ayrılmadan önce ona evinin yolunu sorar. O da bunun için ölüler ülkesine gidip bilici Teiresias'tan dönüş yolu hakkında bilgi almasını söyler. Bilinen denizler ötesindeki ölüler ülkesine varınca, Kirke'nin öğütlediği gibi kurbanlar kesip kanlarını bir çukura akıtır. Amaçsızca dolaşan ölüler (iyi niyetli zombiler) kan kokusuna gelirler. Odysseus onlara kan içirir, bilinçleri yerine gelir ve onunla konuşurlar. Odysseus burada bir çok insanla konuşur, onlardan hikayeler dinler. Agamemnon, Akhilleus, Aias gibi İlyada kahramanları, Minos, Orion, Herakles gibi tanrı soylular ve titanlarla görüşür. Burada konuşulanların bir kısmı Antik Yunan döneminde ön plana çıkacak tragedyalara esin perisi olmuştu. Agamemnon veya Aias gibi kahramanların bu tragedyalarını bir sonraki yazıda derinlemesine inceleyeceğiz.
Ölüler ülkesinde cehennemin neye benzeyeceğine dair iki hikaye de vardır anlatıların arasında
Tantalos'u da gördüm, korkunç işkenceler çekerken: Duruyordu bir gölün içinde ayakta, yüksele yüksele çıkıyordu su çenesine kadar, ama içmek için davrandı mıydı, damlasını alamıyordu suyun, ihtiyar adam eğiliyor, eğiliyor, eğiliyordu, su da çekiliyor, çekiliyor, yok oluyordu emen toprakta ve bir çamur peyda oluyordu ayaklarının dibinde kapkara, ossaat bir tanrı kurutuveriyordu gölü.
Tantalos'un Frigya veya Lidya kökenli bir lider olduğuna dair görüşler vardır. Kendisi, böyle bir gölün kıyısında açlıktan öldürülmüş ve bu da Odysseia'ya savrulup ölüler ülkesinden yansımış olabilir. Kendisinin ayrıca Agamemnon ve Menelaus'un (İlyada'nın Akha'lı iki kahramanı) soyunun başı olduğu düşünülür. Bu cezanın tarihi kökeni, savrulmuş halinin Odysseia'daki varlığı ve tragedya yazarlarının onu konumlandırmasıyla zengin bir repertuarın önü açılmıştı. Ayrıca arkeolojik bulgular İzmir-Yamanlar'daki bir mezarın ona ait olabileceğini ve bu mitte geçen gölün, aynı dağdaki Karagöl olabileceğini göstermektedir.
Diğer bir ceza kesilen kişi ise önce Zeus, sonra Hades'i aldatan Sisyphus'tur. Ömrü boyu ona buna oyun oynamış, elalemin malı mülküne konmuş, hızını alamayıp Zeus'a kafa tutmuş, ölüler ülkesine yollanınca Hades'i bile aldatıp geri dönen Sisyphus'un cezası bir tepeye kadar kocaman bir kayayı taşımasıydı. Tam tepeye varacakken taş geri yuvarlanıyor, Sisyphus'da baştan başlıyordu. Amaçsız ama sonsuza kadar sürecek bu çile onun cezasıydı. Bu kurnaz kişinin, Odysseus'un babası olduğu bile söylenir; oğlu bunun sayesinde tehlikelerle dolu diyarlardan aklıyla sağ çıkmıştır. Fakat, onda görülen iyi yönlü bu akıl kullanımı, gizli babasında kötücül bir kimliğe bürünmüştü. İşte, bu yüzden Sisyphus'un cezası sonsuza kadar bilinçli bir şekilde bitmeyen, tamamlanmayan bir işi yapmaktı. Bir akıllıya bundan beter bir ceza verilebilir mi?
Yukarıdaki cezalar, Yunan inancı ve belki de daha önce yaşamış insanların bir cehennem varsa orada neyin olacağına dair (çok önemli) fikirlerinin sonucudur. Günümüzde cehennem inancı çoğunlukla acıya odaklıdır. Haliyle, acının tekrarlanması için çürüyen veya parçalanan vücudun tekrar örülmesi, dirilmesi gerekir. Bu yüzden kesintisiz bir cezadan bahsedemez, daha çok inişli/çıkışlı bir döngüyü dile getirebiliriz. Bu duyulara bağlı cezaların cahil kesim üzerinde etkisi büyüktür, fakat aklıyla yaşayanı pek etkilemez, korkutmaz. Bu tip insanlara işkence edilecekse, yukarıdaki gibi cezalar kesilmelidir; kendisi fiziksel zarar görüp eriyip gitmeyecek, ama aklını sürekli meşgul eden, bitmeyen bir işe tabi tutulmalıdır. Stefan Zweig, Satranç adlı eserinde bu durumu çok iyi anlatır. Nazilerin, entelektüel insanlara verdikleri cezayı fiziksel değil ruhsal işkence olarak betimler.
Odysseia'nın ölüler ülkesi, ileride karşımıza Dante'nin İlahi Komedya ve Tundale'in Vizyonu adlı eserlerde çıkacak. Hıristiyanlık dönemi ruhban sınıfı ve sanatçılar, Odysseia’da yer alan ve onun ötesinde yazıya dökülmeyip sözlü geleneğin bir parçası olan kültüre etki eden diğer dehşet verici cezaları bir araya toplayıp cehenneme yerleştirmişlerdi. Halbuki Yunan mitolojisinde sadece çok büyük suçları işleyen kişiler cezalandırılıyor, onlar da birer numune olarak gösteriliyordu. Geriye kalanları ruhsuz ve anlamsız bir boşluk bekliyordu, aynı Hitit ve daha öncesinde Mezopotamya mitlerindeki gibi. Olasılıkla, Hıristiyan inancına bağlı kişilerin eserleri yakın çağın cehennemini İlkel Dinler Tarihi - 14 (Zerdüştlük) yazısında belirttiğimiz cezalarla dolu yeraltı dünyasıyla şekillendirip, kısmen Yunan mitolojisiyle birleştirdi. Bunu daha sonra detaylı tartışacağız.
Odysseia ve İlyada'dan geçen olaylar bir mavi yolculuk ister. Ege Adaları başta olmak üzere Batı Anadolu, Yunanistan, Güney İtalya, Sicilya, Korsika, Malta ve hatta Kuzey Afrika kıyıları bu eşsiz, kadim hikayelerin içindedir. Özellikle Odysseia'yı okuya okuya; bu toprakları, denizi, adaları iklim iklim gezmek isterim. Akdeniz'in rüzgarlarına yelken basıp efsanelerin kökenini aramak, bu güzel insanların hikayelerini bir de orada dinlemek isterim. Antik kentleri, müzeleri dolaşıp yöre insanının kadim geleneklerini görmek, birbirinden güzel yemeklerini tatmak ve olmazsa olmazı şarabı karıp içmek isterim. Dünya medeniyet tarihinin bu dönüm noktasıyla bir olmak, onun daha binlerce yıl ayakta kalması için (biçare de olsa) bir şeyler yazarak katkıda bulunmak, insanlarla paylaşmak isterim. Neyleyim? Ben bir Ege çocuğuyum ve bununla gurur duyuyorum.
Bir sonraki yazıda Yunan tragedyasına giriyoruz. Bizi derdi tasası bitmez insanlar bekliyor.
Sevgiler
Comentarios