Merhaba,
Bir önceki yazımızda cennetten kovulma mitinin kökenini insanın yalıtılmış özgürlüğünde aramıştık. Tezimiz bu olayın evrensel kökeninin çocukluğun bir döneminde saflığın ve masumiyetin kaybına bağlı olmasıydı. Birlik halinde ve sorumluluk hissetmeden ne isterse olan çocuğun, hatırlayamadığı travmatik bir olay sonucu bu düzlemden düşmesi ve bunu rüyalarında arzulamaya devam etmesiydi. Buradaki önemli bir noktaya tekrar parmak basmakta fayda var. Çocuk (ya da birey), düşüncesinin kadiri mutlaklığına inanıyordu. Yani bir şeyi düşününce onun gerçekleşeceğini biliyordu. Örneğin karnı acıkınca bir şey yemek istiyordu ve birden önünde yemeği buluyordu. Ama bunun için çok ağladığını ve annesinin ona yiyecek verdiğini hatırlamıyordu. Bütün çocukluğu boyunca defalarca deneyimlediği şey, düşüncesinin kesinlikle gerçekleşmesiydi.
Büyüdükçe bunun olmadığını görmek onu anlamadığı bir duruma sokuyordu. Şunu da tam olarak bilemiyoruz; belki de rüyalarında bu düşünsel kudreti yaşamaya devam ediyordu. Atalarımızın gündelik hayatıyla rüyaları arasında bir fark olduğunu görmesini düşük bir ihtimale bağlıyoruz. Arzularını büyük ölçüde yaşadığı rüyadan alan atamız belki de bunun gerçekten olduğunu düşünüyor ama bir türlü tam olarak nerede ve ne zaman gerçekleştiğini hatırlamıyordu. Her ne kadar ayın döngüleri ona bir fikir vermiş olsa da, zamanın ne olduğunu bildiğini sanmıyoruz. Zaman kavramı olmayınca da, arzunun gerçekleştiği düzlem onun için flulaşmış olmalı. Buna göre düşüncesinin kadiri mutlaklığı hala vardı, ama eskisi (yani bebekliği) gibi her zaman olmuyordu. Bu fikir ölüme bakış açımızda önemli bir rol oynayacak; ama şimdilik park edip başka bir konuya geçmeliyiz.
Küçük klanlar halinde yaşayan belli başlı hayvan türlerinde bir esas vardır; klan lideri yani alfa dışında kimse sürünün diğer fertleriyle çiftleşemez. Güçlü alfa bu standardı korumak için gerekirse çocuklarını öldürür veya klandan kovalar. Bu muazzam otorite anne-oğul ve kardeşler arasındaki ensesti durdurur. İlişki aile içinde sadece baba kız arasında olabilir; o da babanın insafına kalmıştır. Haliyle ensest bütünüyle kalkmaz ama büyük oranda engellenir. Bu durum oğulları kızdırır, hırslandırır. Klandaki dişilere yaklaşamaz, babanın gücüyle başa çıkamazlar; ondan nefret etmeye başlarlar. Ama biricik babaları olduğu için sevmeye de devam ederler. Aynı şey kızlar ve eşleri için de geçerlidir, onun mutlak otoritesi dışına çıkamazlar ama saygı ve korku el ele kalplerindedir. Freud bu düşünce tarzını ambivalan olarak tanımlar; babaya karşı sevgi ve nefretin birlikte hissedilmesi olarak tanımlanır. Babanın kurduğu bu düzen bir tabu yaratmıştır. Klan içinde çiftleşmeye engel olan bu tabu belki de tarihimizdeki ilk yasadır. Sosyal ve dinsel yasalar bundan çok sonra gelecektir. Tabu bir kefaret yaratmıştır. Eğer yasak olan yapılırsa baba ciddi cezalar verir. Zaten tabu olana yaklaşmamak da özünde bir kefarettir. Haliyle, kefaret arınmadan çok önce insan toplumunun bir parçası olmalıdır.
Bizim bu başlangıca varmamızı sağlayan şey Freud'un da açıkladığı gibi modern çağda gözlemlenen ilkel kabilelerin neredeyse hepsinde ensest tabusunun olmasıydı. Hatta bazı kabilelerde kimse içeriden bir eş alamıyor, başka kabilelere yönelmesi gerekiyordu. Paleolitik çağda çekirdek aileden biraz daha büyük olan klan için geçerli olan tabu, değerini hiç kaybetmeden yüzlerce aile içeren kabilenin üstünü örtmüştü. Bu kabilelerde yaşayanlar yasağın kökenini bilmiyordu ama gerçekleşmesinden ölümüne korkuyor ya da gerçekleşirse ölüveriyorlardı. Bilinç seviyesinde anlamını yitirmiş bu tabunun yüzbinlerce yıldır bilinç altımızda yaşayacak şekilde yerleştiğini düşünebiliriz, çünkü insanoğlu bir gün içinde klan kurmaya ve benzer hayvan topluluklarının yönetim biçimini uygulamaya kalkmadı. Bu olsaydı; ensest tabusunu evrensel ölçekte, neredeyse her toplumda görmeyi beklemezdik, bir saçılmanın izini bulurduk. (Bu fikirden sapmalar da oldu tabi, örneğin Zerdüştlük ensesti gayet doğal karşıladı ve uygulanmasını teşvik etti.)
Bugün ensest sonucu doğan çocuktaki rahatsızlıkların yakın akrabalığa bağlı olduğunu biliyoruz. Ama görünen, bu tespit yakın döneme kadar yapılamamıştır. Örnek olması için; Antik Yunan uygarlığında her doğan beş çocuktan ancak birisinin sağ kaldığı düşünülüyor. Her ne kadar 300 Spartalı filminde bu bize ari ırk temasıyla satılmış olsa da, hastalıklar ve yetersiz beslenmenin buna sebep olduğunu biliyoruz. Böyle bir ortamda ensest çocuklarının sağ-kalım oranın diğerlerine göre önemli bir fark göstermesini bekleyemeyiz. Avesta inancı dışında evet bir tabu vardı ve yasak elmanın yenmesi korkunç bir şeydi. Hala böyle değil midir? Oldboy filmini izleyip de dehşete düşmeyen kaç kişi vardır? Babalarının kurduğu düzende kıvranıp duran gençlerin hikayesine geri dönelim.
Birgün baba ya hastalandı veya bir ihtimal çocuklarının darbesiyle konumundan alındı. Bunu Sümerlerden itibaren ilkel din tarihinde bir çok yerde görüyoruz. Ama görevden alınan baş tanrıların ilk nesli parçalanıp yaşamın kaynağı haline gelirken, ikinci nesile yapılan darbe sonucu babalar onursal başkan gibi payeler alıyor veya Elysium gibi cennetimsi yerlere gönderiliyorlar. Peki kadiri mutlak baş tanrı dedesine acımazken, babasına karşı neden ılımlı davranıyor? Onu neden kimselerin gidemediği uzaklardaki cennet ada Elysium'a yolluyor? Mezopotamya, Mısır ve Yunan uygarlıklarının dinsel tarihini ayrı yazılarda inceleyeceğiz, burada sadece örnek teşkil etmesi için paylaştım; bu yaratılış destanları klanımızın hayatıyla ilgili bize önemli ipuçları veriyor.
Küçük klanımızın babası ölmüştü ama ilkel atalarımız için ölüm neyi ifade ediyordu? Bu yazı dizisinin ilk bölümünde buna mezarlardan gelen buluntular ışığında bazı öneriler getirmiştik. Ama bir de Irwin Yalom ve Freud'un pencerelerinden bakarsak, belki psikolojik kökenlerini daha iyi görebiliriz. Yalom, varoluşçu psikoterapi modeli kapsamında insanın dört temel korkusu olduğunu savunur; ölüm, özgürlük, yalıtım ve anlamsızlık. Özgürlük ve yalıtımın izlerini Jung'un da savunduğu cennetten kovulma mitinin kökeninde görmüştük. Çocuk özgürdür, anneden kopmuştur ama beraberinde bu sevgi, ilgi ve koruma çemberinden çıkartılmış, yalıtılmıştır. Bunları anlamsızlıkla birleştirip ileride dinsel inançlardaki savrulmalarda daha detaylı elden geçireceğiz. Biz burada sadece ölüme odaklanacağız ve bir çocuğun penceresinden ölümün neyi ifade ettiğine bakmaya çalışacağız. Yapılan görüşmeler ve testler küçük çocukların ölümle ilgili çok benzer fikirlere sahip olduğunu gösteriyor. İstediğimiz kadar onlara ölen kişinin melek olduğunu, cennete gittiğini, oradan bize baktığını anlatalım, onlar durumu gayet katı bir mantıkla karşılıyorlar. Aşağıda çocuklardan gelen bazı öneriler var.
Ölen kişi o gömüldüğü yerde yatıyor ve orada yaşlanmaya devam ediyor.
Ayrıca oradan çıkıp gelme şansı yok, çünkü tabuta koyup çiviyi üstüne çaktık.
Bununla da kalmadık üstüne toprağı yığdık.
Veya başka bir yol izledik; ateşin üstüne koyup yaktık ve o kıvılcım ve duman halinde göğe yükseldi, geriye kalan kemikler ise kesinlikle ölüydü. Peki onu kim öldürdü? Tabiki ölüm öldürdü. Ölüm de iskeletten oluşan bir ölüydü.
Bunlar çocukların ortak görüşleriydi, demek ki burada bir genelleme vardı; ölüm büyük bir korku kaynağıydı ve onun varlığı hakkında bazı ayarlamalar yapılmalıydı. Bunun ilkini inkar olarak görebiliriz; ölüler sadece uyuyordu ama hiç uyanmıyordu. Ölüler bizim anladığımız anlamda ölmüş olamazdı, başka bir şeye dönüşmeleri gerekiyordu. Ama dirilip de geri gelmemeleri gerekiyordu, çünkü biraz önce iskelet şeklinde tezahür eden ölüm onlara eski yaşamlarını vermezdi. Haliyle gelen ölü bizi de öldürebilirdi. Bu yüzden başka bir hayata doğmaları gerekiyordu, bizden uzakta olmalıydılar. Mümkünse uzak bir adaya veya dağın diğer tarafına gömülmeliydiler, "Öteki tarafta" olduklarından emin olmalıydık. Elysium konseptine yaklaşıyoruz ama biraz daha çalışmalıyız.
Psikolojinin labirentlerinde gezinmeye bir sonraki yazıda devam edeceğiz.
Sevgiler
Comments