Merhaba,
Özel dosyamıza sağ kökenli totaliter ütopyaları inceleyerek devam ediyoruz. Bu bölümün asıl odak noktası çok bilindik bir rejim olacak ama öncülü bazı girişimleri de incelemekte fayda var. Diğer yazı dizilerimizde odaklandığımız iki lidere ve onların yönetimindeki kurumsal (ve kuramsal) yapılara bir bakalım; Akhenaten ve Cengiz Han'ın rejimlerini göreceğiz. Sonra III. Reich'in kanla yoğurduğu Avrupa'ya bakacağız.
Akhenaten'in Antik Mısır tarihindeki yerini kısaca İlkel Dinler Tarihi - 12 (Mısır Mitolojisi) adlı yazıda aktarmıştık. Kendisi, mevcut panteonu reddedip tek tanrılı bir inancın yolunu açmıştı. İktidarını bağladığı mutlak güçle, tanrıyla iletişime geçebilecek tek kişi olarak da kendisini gösterip, belki de resmi tarihin ilk peygamberi olarak kayda geçmişti. 20 yıllık ömrü olan bu girişim, tarihin ilk sanki-totaliter ütopyasıdır. Başına "sanki" koyuyorum çünkü bu 20 yıl tam anlamıyla bir toplumsal dönüşüm içermez. Dinsel yapı ve buna bağlı kurumların organizasyon ve süreçleri komple revize edilmiştir, fakat bunun toplumsal yaşama, ekonomiye ve diğer sosyal unsurlara yansımasına dair (en azından benim ulaşabildiğim) bir kaynak yoktur. Haliyle, Akhenaten, evet bir ütopyacıydı; fakat devrimini sadece dinsel inanç ve düşünce sistemi üstüne kurduğu için aradığımız binyılcı tiranlardan değildi.
Kötülüğün tarihinde çok önemli bir yer tutan Cengiz Han ve komutasındaki moğolların seferlerini Moğol Akınları yazı dizisinde tartışmıştık. Dünya tarihinin en büyük imparatorluğunu kurmuş, komşu ülkelere benzeri görülmemiş bir yıkım getirmiş Cengiz Han ve soyu bir ütopyanın mı peşindeydi? Cengiz Han moğol halkları arasında bir birlik kurmuş, buna ırksal bir bütünlük getirmişti. Ayrıca temel yönetim ve sosyal kural ve kanunları "yasa" ile tanımlamış, karşısına da ceza hukukunu oturtmuştu. Toplumsal yapıda neredeyse mükemmel bir eşitlik vardı; seferlerden gelen bütün ganimeti eşit paylaşıyorlardı. Kanun ve nizamlar herkes için geçerliydi. Mülk edinmek serbestti fakat bu günümüz toplumları kadar bariz bir gelir eşitsizliği yaratacak kıvama gelmiyordu.
Alında, "bir"liğin korunması, bu hırçın ve sert mizaca sahip halkın beklentilerinin çok düşük olmasından kaynaklanıyordu. Moğollar için aileyi besleyecek kadar hayvan, tahıl ve barınak olması yeterliydi. Yıkıcı dürtülerini çevre milletler üzerinde tatmin ettikleri için, kendi aralarında kavga gürültü, entrika, kıskançlık gibi toplumun tabanını kemiren şeylere de yer yoktu. Buraya kadar, mutlu mesut bir ilkel kavim hayatı düşünülebilir. Fakat, bununla kalmıyorlardı; yayılmacı politikalarıyla, kendilerinden olmayan herkese karşı en ufak bir empati ve merhamet göstermeden yıkımları, toplu imha etkinlikleri ve benzer dehşet dolu uygulamalarıyla tam bir faşist iktidarları vardı. Aynı Almanların Lebensraum projesi gibi kendilerine bir yaşam alanı açmış ve bu alanda büyük bir temizlik, belki tarihin ilk sistematik holokost'unu düzenlemişlerdi.
Bütün bu yıkım (doğası gereği) bizi bir ütopyaya doğru sürüklüyor. Fakat, takıldığımız (akademik) bir yer var; Cengiz Han ve soyunun yüzyıllar boyu yönettiği bu imparatorluğun bir doktrini yoktu. Yaptıkları akınların hedefi basitti; istila et, talan et ve yağmala. Oraya bir özgürlük, bir yaşam biçimi, bir bin yıllık imparatorluk taşımıyorlardı. Sadece ilkel dürtü ve arzularının peşinde koşup yakıp yıkıyorlardı. Toplumsal bir dönüşüm ya da ırksal bir arınma hedefleri yoktu. Geldikleri yerden olmayana nefes aldırmıyorlardı; bu kadar. Cengiz Han'ı bir reformcu tiran olarak görebiliriz, ama onu tam bir binyılcı tiran olarak nitelendiremeyiz. O gittiği yerdeki toplumu tek bir şeye dönüştürüyordu; toza. Bu yaklaşım, yaptıklarını kesinlikle yumuşatmaz, gözümüzün önünden silmez. O ve halkı Asya ve Avrupa'nın önemli bir kısmına büyük acılar çektirmiş, birçok alanda ilerlemenin önünü uzun süre tıkamış, bitmek bilmez bir gecenin, bir kabusun mimarı olmuştu..
Peki sağ kökenli totaliter ütopya fikri nasıl başladı? Aslında sol tarafın dayandığı temel felsefi kaynakta onu da görebiliriz; Platon'un Devleti. Tabi, her ne kadar öncesinde de ciddi bir düşünsel tarih olsa da bu bizim için başlangıç olabilir. Savrulmuş Mitler yazı dizisinde kuramsal ve kurumsal yapıları daha detaylı inceleyeceğiz, ama burada işimizi görecek kadarına değinebiliriz; Platon, devlet kurgusunda seçilmiş bir sınıfı düşünür. Bunların sınıf içinde eşitliğini önerir. Mal mülk edinme hakları yoktur, (burada sola meyil ediyoruz) kadınlar da eşit dağıtılır (gemiyi azıya alıyoruz), hatta soy kavramı da ortadan kalkar; doğan çocuklara devlet bakar (burada artık alabora oluyoruz). Fakat, bu "aşırı" eşitlik sadece belli bir sınıfa aittir; bütün topluma mal olmaz; onlara hizmet eden alt sınıflar, köleler hala vardır. Bununla da kalmaz; çevre milletlere karşı da hoşgörüsüzdür. Tarihçiler ve siyasi düşünürler, ırksal bir tanım yapılmadığı için onu (genellikle) sağa koymazlar ama zaten hiçbir bilimsel dayanağı olmayan ırk kavramını kültürel bir kabul olarak alırsak; Platon'un yönetim sınıfını, sağ kökenli bir iktidarın kendi keskin sınırlarını çizip dışında kalanların hepsini düşman bildiği bir faşist organizasyondan farklı göremeyiz. Platon'un devleti sadece sol tarafa değil sağ tarafa da önemli katkı sağlamıştır. Sadece kusursuz genetik alt yapıya sahip olanlar eşittir; her şeye erişebilir, her şeyi ortaklaşa kullanabilirler. Onların altında kalan sınıflar, toplumlar, kültürler, sadece ve sadece bu yöneticilerin ait olduğu zümrenin (ırkın ve diğer kültürel algıların) ihtiyaç ve iradelerine göre var olabilirler.
Bir gün bu yönetim sınıfı, altındakilerin var olma hakkını ellerinden almaya kalkınca bacaların dumanı tütmeye başlar. Elie Wiesel, Gece adlı kitabında; Auschwitz anılarının başında; kampa varış gecesinde bunu (tam anlamıyla) ifade eder;
Hayatımı yedi kez sürgünlemiş uzun bir geceye çeviren kamptaki o ilk geceyi asla unutmayacağım.
O dumanı asla unutmayacağım.
Dilsiz mavi göğün altında vücutları kıvrımlara dönüşen çocukların o ufak suratlarını asla unutmayacağım.
İnancımı sonsuza dek tüketen o alevleri asla unutmayacağım.
Yaşama zevkinden beni sonsuza dek mahrum bırakan bu gece sessizliğini asla unutmayacağım.
Tanrımı ve ruhumu katleden, rüyalarımı çöle çeviren bu anları asla unutmayacağım.
Tanrı'nın varolduğu kadar uzun yaşamaya mahhum edilsem bile bunu asla unutmayacağım. Asla.
Bir çok dinsel düşünür ve tarihçiye göre Yehova'nın öldüğü yerdeyiz; kapısında "Arbeit Macht Frei" yazan, ama Lucifer'ın bile cesaret edemeyeceği bir kıyımı, hem de mühendisler ve bilim insanlarının eliyle organize edilen bir eşsiz kötülüğün, çorak toprakların merkezindeyiz.
Sophia's Choice, bütün bu kıyamet içinde yaşanmış olası bir sahnedir. Joseph Mengele ve ardılları, Auschwitz'in girişinde, trenlerden inen binlerce, milyonlarca masum insan arasında kimlerin yaşayacağı, kimlerin öleceğini, karşılarına dikilip, ansızın, büyük bir vakarla (!) ve aslen kibirle karar vermiş, yıllarca Tanrıyı oynamıştır. Haydi birkaç psikopat, sosyopat, ruh hastası ve nevrotik kişiliğe bunu yükledik diyelim. Peki, Auschwitz-Birkenau kampı gibi bir çok yerde çalışanlar, bütün bu vahşeti görenler özel olarak seçilmiş, Arkham kaçkınları mıydı? Smiling Assasins of Auschwitz adlı bu yayın, aslında böyle olmadığını gösteriyor; sokakta karşılaşınca selam vereceğiniz insanlar güle oynaya bu organizasyonu yönetmişler.
Bilinen bütün şeytan ve iblislerin kaçıp kendini cehenneme kapattığı bu korku, bu gece, bu dehşet; çürümüş, donmuş, yanmış ve toza dönüşüp gökyüzüne savrulmuş masumların acı ve ıstırabı, kötülüğün tarihindeki en önemli yerlerden birini almıştı; faşizm, soykırımla varlığını yüceltmiş, binyılcılığın adını kan ve gözyaşıyla tarihe kazımıştı.
Naziler, ölüm kamplarında geliştirdikleri teknolojilerle benzeri görülmemiş bir kıyım yaptılar. Bazı tarihçilere göre bu kamplar, verilen sayıların çok üstüne çıkabilecek kapasiteye sahipti. Sadece Triblanka, Auschwitz veya Sobibor, eğer yeteri kadar insan sevk edilseydi kamp başına, savaş boyu kabaca 5-6 milyon insan katledebilirdi. Buna engel olan lojistik hatlarıydı. Buna Alman Savaş Makinesi-6 (Neden Kazanamadı) başlığı altındaki yazımızda değinmiştik. Bütün sevkiyat ağı, Barbarossa Harekatı ve devamında gelen Doğu Cephesini beslemek için çalışıyordu. Haliyle, tespit edilen yahudi, komünist ve diğer "aşağılık" ırk mensuplarıyla, engellilerin kamplara sevkiyatında aksamalar yaşanıyordu. Yoksa, sinir gazı üretimi kolayca arttırılabilir; gaz odaları ve fırınlara yenileri eklenebilirdi. Peki biz buraya nasıl geldik? Masum insanların öldürülmesi nasıl böylesine kapsamlı bir mühendislik projesi haline geldi?
Bir sonraki yazıda III. Reich'ın yaratacağı yıkımı tetikleyen ideolojik altyapıya ve üstüne inşaa edilen faşist idea'ya bakacağız.
Saygılar
Comments