Merhaba,
Ölü severlerin korkunç kabuslarına kaldığımız yerden devam ediyoruz. Hitler'i en son düşmanlarının şehirlerini yakıp yıkarken bırakmıştık. Bu yıkım hırsı ölüseverlikten çok faşizmin doğal sonucu olarak görülebilir; peşinde olduğumuz bu derin ruhsal bozukluğu tam anlamıyla ortaya çıkarmaz. 1944'den itibaren savaşın Alman topraklarına dönmesiyle verdiği kararlar, eksik kalan kısmı tamamlayacaktır. Eylül 1944'de ilk örneği ortaya çıkan ve Mart 1945'de yayınlanan Nerobefehl (yakılıp kavrulmuş toprak) kararnamesi bu karanlık psikolojinin sonuçlarını çok iyi anlatıyor;
Yaşamın sürdürülmesi için gerekli her şey ama her şey -yiyecek karnesi kayıtları, evlilik dosyaları ve oturma yeri defterleri, banka hesap kayıtları- yok edilecekti. Ayrıca, yedek yiyecekler yok edilecek, çiftlikler yakılıp hayvanlar öldürülecekti. Bombalardan kurtulan sanat yapıtları bile korunmayacaktı. Anıtlar, saraylar, şatolar ve kiliseler, tiyatrolar ve operalar da yerle bir edilecekti.
Buradan da görüleceği gibi Hitler sadece dışarıda değil, kendi ulusundan da geriye hiçbir şey bırakmayacaktı. Kararında sadece yaşamsal önemdeki alt yapı, yiyecek stokları, fabrikalar gibi ekonomi kaynakları yoktu; sosyal hayatı düzenleyen nüfus, aile, banka, sigorta gibi kayıtlar da dahildi. Özetle o yaşama dair geriye herhangi bir iz bırakmayacaktı. Tabi adamları bu korkunç planı uygulamaya almadılar ve koskoca bir ulus (tam anlamıyla) yok olmaktan kıl payı kurtuldu.
Sol taraftaki uç örnek Lenin, inandığı devlet ve sosyal düzen ve buna bağlı ideoloji dışında hiçbir şeyin varlığını kabul etmiyordu. Daha gençlik yıllarında bu fikir yerine oturmuştu. 1890'larda, Çarlık Rusya'sı kuraklığa bağlı yaşadığı genel açlıktan en çok etkilenen yerlerden birisi Samara vilayetiydi. Orada yaşayan genç avukat Vladimir Ulyanov-Lenin, yöre aydınlarının toplumsal yardım çalışmalarına katılmalarını eleştirmiş, böyle bir yardıma karşı olduğunu belirtmişti. Yakın arkadaşı Belyakov'un anılarına göre; (Ki bu kitap 1960 Moskova baskısıdır)
"Vladimir İlyiç Ulyanov, açlığın birçok olumlu yanları olduğunu açıkça ifade etmekten çekinmiyordu. Düşüncesine göre, ortaya çıkacak sanayi proletaryası burjuva düzeninin kökünü kazıyacaktı... Geri kalmış köylü ekonomisi yıkılırken, açlık bizi amacımıza yaklaştıracak ve kapitalizm sonrası aşama olan sosyalizme ulaşılacaktı. Açlık, yalnızca Çara değil, Tanrıya olan inancı da yok edecekti."
Çarı yıkacaktı, Tanrıyı yıkacaktı. Sefil, zavallı köylüyü, kent soyluyu, askeri hiyerarşiyi, bürokrasiyi, hepsini yıkacaktı...
Peki aydın kesim ne olacaktı? Onlar da nasiplerini aldılar tabi. Gorki, devrimin ilk yıllarında devrimin boğulduğu kanı eleştirmek, bilim insanlarının tutuklanmasını protesto etmek için yazmıştı Lenin'e;
"Bana göre bir ülkenin zenginliği, bir halkın gücü, potansiyel aydınlarının sayısı ve niteliğiyle ölçülür. Bu potansiyelin artmasına ve gelişmesine destek olunmuyorsa, devrimin hiçbir anlamı yoktur. En fazla hoşgörü bilim insanlarına gösterilmeli, en çok onlar sayılmalıdır. Oysa biz, postu kurtarmak pahasına, halkın kafasını kesiyor, beynimizi yok ediyoruz."
Lenin'in cevabı kaba sabaydı;
"Halkın "aydın gücünü" burjuva aydın sınıfının "gücü" olarak görmek büyük hatadır... Burjuvaları ve kuyruklarını devirmek için girişilen mücadelede işçi ve köylü aydınlar günden güne büyümekte ve gelişmektedir; kendilerini ulusun beyni gibi gösteren, sermayenin kölesi zavallı küçük aydınlara gelince, aslında onlar beyin bile değil, bok."
Toplumun her kesimine karşı hissettiği derin nefret zaman içinde icraya geçmiş; bu bitmek bilmez hıncı hem kendisi hem de ardılı Stalin Sovyet topraklarına kusmuştu. Milyonların hayatına mal olan, bu karanlık ıstırap gecesini Totaliter Ütopyalar-7 ve Totaliter Ütopyalar-8 yazılarımızda konuşmuştuk, burada tekrar ele almamıza gerek yok.
Diğer bir ünlü ölüsever olan Pol Pot, Lenin ve Hitler'e göre daha yalın bir yol izleyip halkının yaşam şeklini iki yıl içinde ters düz etmişti. Totaliter Ütopyalar-10 (Kızıl Kmer'lerin Ölüm Tarlaları) adlı yazımızda ele aldığımız gibi inanılmaz oranlardaki ölüm, bu yolda kullanılan işkence metotları ve halkın gördüğü bu son derece haksız zulüme karşı yönetimin kayıtsızlığı bize yine yıkıcı saldırganlığın zirvesini işaret eder. Pol Pot'un öncülerine göre benzer yanları barizdir. Zevk sefadan uzak durması, kendisi ve çevresini kayırmaması, bohçasını doldurup kaçacağı günü beklememesi gibi bilindik tiranların aksine sadece ve sadece ütopik hayaline bağlılığı vardır. Devrildikten sonra kalan yandaşlarıyla tropik ormanlara çekilmiş, onları ve ideolojiyi orta yerde bırakmamıştı. Hatta 90'lı yıllarda yargılanma olasılığı ortaya çıkınca, diğer binyılcıların yaptığı gibi teslim olmayı reddetmişti; şaibeli bir ölümle yitti gitti.
Diğer yıkıcı saldırganlarda olmayan, çok ilginç bir özelliği vardı; kendi varlığını asla ön plana çıkartmaz, hatta saklamaya çalışırdı. Siyasete atıldığı günden beri birçok defa adını değiştirmişti; Pouk, Pol, Hay, 87, 99, Phem gibi bir çok takma ad kullanmıştı. Pol Pot adının nereden geldiğini kimse bilmiyordu. Bununla da kalmayıp, sürekli hayat hikayesini değiştiriyor, geçmişini yalan dolu hikayelerle örüyordu. Söylentilere göre ailesi ondan kaçmış, kimliklerini gizlemişti. Ailesi, Pol Pot'un yaşama karşı yıkıcı hırsıyla onları öldüreceğine inanmış, bu yüzden Kamboçya kırsalında izlerini kaybettirmişti. Bu zalim adamda göreceğimiz gibi, ölüseverler kendileri dahil yaşama karşı o kadar büyük bir nefret duyuyor, ondan öylesine tiksiniyordu ki, yakın aile, çocuk çoluk demeden katlediyor ve yaşananları büyük bir keyifle izliyordu.
Bu noktada geleceğimiz önemli sorun, bu tip ruh hastalarının başa nasıl gelebildiği olmalı. Koskoca ülkeler, bu korkunç yaratıklara nasıl teslim oldu? Kendilerini çok iyi gizlemediklerini (özellikle Hitler ve Lenin için) daha gençlik yıllarında kaleme aldıkları yazılar ve çevrelerine söylemlerde görüyoruz. Devletin bütün yapıları, kurumları ve toplumun aydınları gibi saymakla bitmez unsurlar bu canavarlara nasıl teslim oldular? Bugüne kadar bunu hep büyük dehalarında aradık. Ne yazık ki ancak onların işi bizimle bitince bunu tespit edebildik, öngöremedik; çünkü onları gözümüzde çok büyütüyoruz. Hitler özelinde bu durumu bir irdeleyelim.
Hitler'in kendisine karşı duyduğu hastalıklı bir sevgi vardı. Özsevgi diyeceğimiz bu durumla ilgili Erich Fromm'un tespitlerine bakarsak;
"Yalnızca kendisiyle, kendi özlemleri, kendi düşünceleri, kendi istekleriyle ilgilenir; kendi fikirleri, geçmişi, tasarıları hakkında sonu gelmez konuşmalar yapar; dünya, ancak onun tasarılarının ve isteklerinin nesnesi olduğu ölçüde gerçeklik taşır; başka insanlar, ancak ona hizmet ettikleri ya da araç olarak kullanılabildikleri sürece bir anlam taşır; o, her zaman, her şeyi herkesten daha iyi bilir. Kişinin kendi fikirlerinden ve tasarılarından böylesine emin olması yeğin özseverliğin tipik bir ayırıcı özelliğidir. Hitler, bilgileri irdeleyerek değil, en başta duygusal bir temele dayanarak sonuçlara ulaşmıştır. Onun gözünde, siyasal, ekonomik ve toplumsal gerçeklerin yerini ideoloji almıştır."
Bu aşırı kendi odağına bağlı oluşan cesaret sayesinde sıfırdan başladığı kariyer yolculuğu onu zirveye çıkarmıştı. Evet propaganda yüklüydü, temel Alman değerlerine dokunuyordu. Etki çemberinde karizmatik ses tonu, mizacı, hitap yeteneği gibi bir çok unsuru sayabiliriz. Fakat, bu hikayede başka bir şey daha vardı. Yukarıdaki açıklamada yer alan "kendi" kısımları için bir birey yerine bir toplumu koyarsak ne görürüz? Özellikle dar gelirli, eğitim seviyesi düşük ve korkusu bol bir toplumu?
İklimi zor bir coğrafyada yaşayan, güç bela ay sonunu getirip, önündeki dönemde ne olacağı belirsiz insanların duygularından örülü bir toplumda, totaliter bir rejimin yükselmesi kaçınılmazdır. Ayrıca aynı toplumun orta gelirli ve sözde aydın kesimi için de bu durum geçerlidir; onlar da bu kural dışı, hukuk ve kanunun hiçe sayıldığı, yoğun bir hiyerarşide demokratik açılımları ezen konformist ve hedonist yapıyı kucaklar.
Hitler gibi bir adam için yapılan analiz, psikolojiden sosyolojiye geçince faşist bir toplumun analizi haline gelir. O yüzden Fromm'un tespiti az gelişmiş toplumları pençesine düşüren rejimlerin temelini oluşturur. Aydınlanmamış toplum bu sahte özseverliği yüzünden, böyle yıkıcı ve sadist rejimlere mahkumdur. Kendisi dışında her şeyi hiçe sayar, hatta kendi içinde yükselen sesleri bile dış güçlerin piyonu saydığı için derhal bastırır. O sistemin üyeleri hem kendi halkını, hem de dışarıda gücü kime yeterse, kime dişini geçirebilirse sömürür; kullanır da kullanır. Bütün toplum tek bir şey de birleşir; doymak bilmez ve ahlaksız bir çocuğa dönüşür.
İşte bu çocuğun başındaki kişi eğer bir sadistse, Stalin gibi eziyet eder; eğer bir ölü severse Hitler gibi yakar yıkar. Çoğu totaliter rejimde iş bu raddeye varmayacaktır ama bu dönüşümü tamamlayan toplum için geriye dönmek çok pahalıya mal olur. Yeni rejim ya da toplumun bizzat kendisi, eğer kültürel değerlerini yıktıysa, devlet kurumları ve eğitimin içini boşalttıysa, geriye dönüp uygarlaşması çok uzun zaman ve emek alacaktır; yada Almanya örneğindeki gibi topyekûn bir yıkım ve acıdan sonra ancak silkinip kendine gelecektir. Kısacası, totaliter bir rejimle şekillenmiş bir toplum, eğitimsiz, ahlaksız, şımarık ve bencil bir çocuğa benzer. Onun rehabilite edilmesi çok ama çok zordur; hele ergenlik dönemine ulaştıysa.
Kötülüğü aşkın varlıklar, dinsel düşünceler ve inançlardan koparıp, toplumsal felaketlerin temelini oluşturan iki büyük eğilime yerleştirdik. Fakat, bu yeterli değildir; bu gördüklerimiz çok göz önünde duran, tarihte önemli uç noktaları ve travmaları temsil eden anların hikayesidir. Zannedildiğinin aksine, sadistler ve ölüseverlerin icra ettiği yıkım, maruz kaldığımız kötülüğün küçük bir kısmını tutmaktadır; bizi asıl vuran bu değildir.
Gelecek yazıda sıradanlığın kötülüğüne geçiyoruz. Eğitimsiz, ahlaksız, şımarık ve bencil çocuğun ebeveynleriyle tanışacağız.
Saygılar
Comments