Merhaba,
Kötülüğün kökeni araştırmaya devam ediyoruz. Bu ve devamındaki bölümün konukları Dünya tarihinin en acımasız ve kapsamlı yıkımlarını organize edenler arasından seçildi. Onları yaşamın düşmanı, yıkımı seven kişiler yani "ölüsever" olarak tanımlayabiliriz. Böylesine bir tahribata neden ihtiyaç duyuyorlardı? Kendi varlıklarıyla (yani kendi yaşamlarıyla) böylesine çelişen bu insanlar kendi içsel dinginliğini nasıl sağlayabiliyor ve soğukkanlılığını kaybetmeden hareket edebiliyordu? Bu yazıda yıkıcı saldırganları, diğer adıyla ölüseverleri inceleyeceğiz.
Yıkıcı saldırganlar içten içe hayatın sona ermesi için uğraşırlar. Onlar ölü ya da bünyesinde yaşam formu içermeyen nesnelere hayranlık duyarlar. İlgi odaklarına girenler arasında en popüleri cesetlerdir. Bunu yıkılmış şehirler izler. Yaşamın resmi formu olan vücutların yok olması, çürümesi ve toplumun eseri şehirlerin çökmesi bir ölüsever için biricik haz sebebidir. Dozu azalttığımız zaman, yaşamın diğer bir sonucu olan fikirler gelir. Çevrelerini saran belli başlı fikirlerin, ideolojilerin ve inançların birer birer yok edilmesi için çalışırlar. Onu sanat izler, yaşamın mirası edebi ve diğer sanat ürünlerinin birer birer yok edilmesi gerekir. Kültür mirasının yok edilmesini doğadaki yaşam formları takip eder. Ormanlar kesilmeli, yakılmalı, göller kurutulmalı, türlerin sonu getirilmelidir.
Peki bu korkunç dürtüyle yola çıkan insan kendi yaşamını ne yapacaktır? Bütün Dünyayı yok edince kendi yaşamının bir anlamı kalmayacaktır. Ayrıca, kendisini bu biyolojik ve mental yaşam düzleminden ayırması da mümkün değildir. Bunun üstesinde gelmek için ölüsever başka bir boyuta atlar; sanal ortamda var olur. Kendisini sibernetik bir aleme kapatıp, mevcut yaşama olan bağlılığı ve bağımlılığını reddeder.
Bu sanal alem, binyılcı bir tiranın fikirlerinden kurulu bir ütopya olursa yıkıcı saldırganın adı Hitler olur, Lenin olur, Pol Pot olur. Kendi fikir düzleminde gerçeklikten kopmuştur; kurguladığı ideal toplumun zirvesinde yaşadığını hayal eder. Aslında hayalle de kalmaz, bütün gerçeği bu olur. Kendisi bu alemin mutlak gücüdür. O günümüz toplumunu gölgeleyen kara bulutların arasından umudun ışığını yayan bir tanrıdır. Bu "cahil" halka mevcut yaşam düzeninin tamamen yanlış olduğunu, kendi kurduğu sistemin ise herkesi kucaklayıp başka bir düzlemde buluşturduğunu anlatırlar. Bu yeni yaşam formunda birlik, eşitlik ve sınırsız mutluluk vardır. Fakat, buna ulaşmanın tek yolu yıkımdır. Mevcut düzen ve onun sistemleri tamamen yıkılmalıdır ki, bu yekpare, ışıl ışıl ve mutluluk dolu Yeni Cesur Dünya bizi sarabilsin.
Ölüseverin korkunç planı ve yaklaşımı nadiren su üstüne çıkar. Haliyle, yıkıcı veya ölüsever saldırganların çok nadir görüleceğini düşünürüz. Evet, bu kadar kapsamlı bir çöküşü hedefleyenler çok zor bulunur. Hele bunların arasında dirayet gösterip, ideallerini hayata geçirebilmişlerin sayısı iki elin parmaklarını geçmez. Fakat bu çılgınların az görülmesi, onların toplumdan yalıtılmışlığı ve tespitlerinin kolay olacağına dair bir kanıt değildir. Yıkıcı saldırganlar düşündüğümüzden çok fazladır. Hatta, neredeyse hepimiz az da olsa (peki kabul çok az) böyle bir dürtüye sahibiz.
İnsanlığın temel güdülerinden olan sevgi ve ona bağlı yaşamı yücelten etmenleri bir kenara koyup, yaşamayan şeylere duyduğumuz tutkuların temelinde hep bu ölüseverliği görebiliriz. Kelime çok kötü gözüktüğü için bizi birazdan aktaracağım örneklerden itiyor, kabul etmemize izin vermiyor gibi gözükebilir. Fakat, yerine özellikle "yaşamayan formu seven" kelime bütünü kullanmıyorum ki, tarihi kanla yıkayan bu binyılcı tiranları biraz da kendi içsel çerçevemizden anlayabilelim. Böylece, yenileri ortaya çıkmadan, onları nasıl tanıyacağımız ve yükselmelerine nasıl engel olacağımızı düşünelim.
Ölüseverlerin yukarıda aktardığım büyük ideallerden sonra, yakın dönemdeki en büyük tutkuları makinelerdir. Yaşamın kalıntılarını (yani benzin gibi yakıtları) tüketen arabalar, motosikletler, uçaklar, gemiler buna örnek verilebilir. Normal hayatta hiçbir işimize yaramayacak bir spor arabanın tutkunu olmamız, savaş belgesellerinde gördüğümüz tanklara hayranlıkla bakmamız, ses hızını (sanki bizim için) aşmış bir savaş uçağının muazzam yok etme kabiliyetini övmemiz hep bu ölüseverlikle ilişkilidir. İtirazlar yükselmeden ekleyeyim; bir taş parçasına tapan insanları (ki her ne kadar o kişiler taşın arkasında yaşamı var eden bir tanrı veya aşkın varlığın olduğunu düşünürken) bizim acımasızca eleştirmemiz ve bilgisayarımızın fonunu son model bir spor arabanın süslemesi arasındaki tezatı görmemiz gerekir.
Ölüseverlerin yeni bir modeli sibernetik yaşamdır. Kişilerin doğal yaşamsal formları neredeyse hiçe sayıp sanal bir alemde yaşaması; orada bir avatarla var olup, bütün varlığını bu soyut objenin etrafında konumlaması da aynı şekilde bu modelin bir parçasıdır. Bu çerçeveden bakınca ölüseverliğin aslında çok da nadir olmadığı, hatta toplumun neredeyse tamamına yayıldığını görebiliriz.
Fakat, ölüseverliğin diğer genel eğilimlere göre oranının çok düşük olacağını tahmin edebiliriz. Haliyle yaşamı tamamen lav edip, bu sonsuz hiçliğin içinde erimemizi hedefleyecek insanların sayısı çok düşük çıkar, etraflarında destekçi bulma olasılıkları da azalır. Bir kaç numune tip dışında, çoğunluğu yarattıkları bir sanal alem (veya hayal dünyası) içinde zamanla çürür giderler. Diğer tarafta, örneğin arabalarına tutkun olanların çok büyük bir kısmı aynı zamanda ailelerine, doğaya ve yaşama da tutkundur. İçsel dengeleri sağlandığı ve ruhsal sağlıkları yüksek olduğu için bu patojenlere kapılmazlar. Toplum dengesini korur, sosyal sağlık sağlanır.
Yine de, bu genel psikolojik hijyen karanlık kuyuya düşmüş, toplumdan kendisini soyutlamış, asıl varlığı ve amaçlarını sıkı bir perdenin arkasına gizlemiş yıkıcıların saldırganlığını durduramaz. Onların çelik disiplini, yıkılmaz iradesi ve etraflarına ördükleri aşılmaz duvarlar bizlere zulüm eder. Artık biraz da somut örneklerden bahsedelim. Hatta, aralarındaki en tanınmış kişiyi ele alalım; Adolf Hitler.
Hitler, ailesiyle yaşadığı dönemde çok da zorluk çekmemişti. Ne ailesinden ne de çevresinden travmatik etki yaratacak bir baskı görmemişti. Zaman içinde aile evinden kopup eğitimini yarıda bıraktı, fakat geldiği Viyana'da giriştiği hiçbir işte başarılı olamadı. Kavgam'da bunun sebeplerini ballandıra ballandıra anlatıyordu. Ona göre başarısızlığının temelinde Alman düşmanı gizli güçler; Yahudiler, komünistler ve diğer (Aryan ırkı varlığıyla kirleten) ucubeler vardı. Fakat, hiç kimse sormuyordu ki; Senin işini elinden mi aldılar? Çalışacak ortamını mı bozdular? Diğerleri kayrıldı da sen kapının önünde mi unutuldun?
Tarihçiler onun anlattığından farklı bir resim çiziyordu. En güzel örneklerinden birisi resim yaptığı dönem hakkındadır. Güzel sanatlara kabul edilmeyince kendi imkanlarıyla resim yapmaya başlar. Yaşadığı yerden tanıdığı bir adam da bu resimleri satar. Gelirleri hiç fena değildir, satıcının da yanlış bir hareketi yoktur. Fakat, Hitler'e birden eser ve bu işi bırakır. Elinde iyi kötü biraz para vardır, ona mı güvenmiştir bilinmez ama ortağının telkinlerine rağmen işe geri dönmez. Zaman içinde para suyunu çeker ve Hitler per perişan olur. Bu hikayenin hiçbir yerinde gizli güçler, dış mihraklar ya da ötekiler yoktur. Ara sıra çalışan ama bundan hemen sıkılan ahmak bir tembelin hayatıdır, sadece.
Çarpıtılmış hayat hikayesini anlatırken kullandığı edebi dil ve milliyetçi düşünceler çekici gelebilir, fakat unutulmamalıdır ki; yaklaşımı tek taraflı bir birikimin sonucudur. Sadece fikirlerini destekleyebileceği şeyleri okumuştur ve görüşleri radikal bir uçurumdan yuvarlanıp, onu bilinmez çorak topraklara sürgün etmiştir.
Toplumun dışına savrulmasını sağlayan en önemli özelliği kibirdi. Neredeyse bütün saldırgan karakterlerin olmazsa olmazı kibir onu da sarmıştı. Ailesinin kent soyluluğu ve orta sınıfın rahat hayatından, Viyana'da düştüğü çukur onun için büyük bir travmaydı. Zamanında el üstünde tutulan bir ailenin üyesi iken, şimdi ayaktakımı arasında aşevlerinde bir tas çorba için yalvarması onun kesin yıkımıydı. Her ne kadar bundan çıkma şansı olsa da, yukarıda aktardığımız gibi tembel ruhu onu durdurmuştu. Kibiri de dışarıda yakacak sebep bulamayınca kalbini çürütmüş, yaşama olan sevgisini ve bağını koparmıştı. Yoksulluğun ve acının sebebi sorulduğunda; Yahudiler ve işbirlikçilerini suçluyordu. Fakat, o içten içe asıl suçluyu biliyordu; bu ıstırap yaşamın ta kendisi yüzündendi.
Hitler'deki yıkıcılığını bilindik yerlerde, toplama ve imha kamplarında arayınca ilk hedefini, yani insanın yıkımını görürüz. Bunu Totaliter Ütopyalar dizisinde yeterince ele aldık. Yine de, bu onun korkunç psiko patolojisini anlamak için yeterli olmayacaktır. Kendine hedef bildiği diğer objeye bakmalıyız; kentlere. İlk Dünya Savaşı sonrası çektiği acıların nihai kaynağı olduğuna inandığı Fransa'yı ve onun gözbebeği Paris'i II. Dünya Savaşı başında almış, Fransızları tam teslimiyete sürüklemişti. Hatta olayı dramatize etmek için Almanların I. Dünya Savaşında utanç verici duruma düştükleri, ateşkesin imzalandığı vagonu buldurup bir meydana çıkarttırmış ve Fransızlara anlaşmayı onun içinde imzalatmıştı. Bu hareketiyle, Alman halkının büyük övgüsü ve saygısını kazanmıştı. Hitler, işgal sonrası bir sabah Paris'i ziyarete gelmişti. Sabahın erken saatlerinde Eyfel kulesi çevresinde şöyle bir yürümüş, sonra halk gündelik hayat için sokağa dökülmeden şehri terk etmişti. Bir daha da Paris'i ziyaret etmedi. Savaşın sonuna doğru müttefiklerin ilerleyişi ve şehir halkının arasında büyüyen direnişe karşı (hala elinde kuvvet olmasına rağmen) kapsamlı bir ordu göndermek yerine Paris'in bombalanıp tamamen yıkılmasını emretmişti. Paris ya onundu ya da toprağın.
Aynısı, Leningrad için de geçerliydi. Şehrin etrafını sarıp bıraktı. Buraya sevk edeceği bir ordu olasılıkla kış gelmeden, 1941 yılında şehri alabilirdi. Fakat, Hitler öyle yapmadı; şehrin kuşatıp giriş çıkışı kapattı ve insanları açlığa mahkum etti. 1944 yılına kadar devam eden kuşatma da Leningrad, sivil halkın önemli bir kısmını kaybetti, fakat teslim olmadı. Eğer olsaydı, gizli Alman belgelerine göre planlanan şehrin tamamen bombalanıp yıkılması, kalan sivil halk tarafından enkazın boşaltılması ve arazinin yeşillendirilip Leningrad'ın tarihten silinmesiydi.
Stalingrad için de aynı durum söz konusuydu. Barbarossa harekatının 2. yılında asıl hedef Kafkas bölgesi petrolleri iken, bir anda 6. Ordunun yolu çevrilip şehir kuşatılmış ve korkunç bir yıkıma uğratılmıştı. Stalingrad’ı almanın doğru düzgün hiçbir avantajı yoktu; adının Stalingrad olması dışında. Hitler burayı, aynı Leningrad örneğindeki gibi tamamen yıkmak istiyordu. Gizli belgelerden bu konuda bir şey çıkmadı ama tarihçilerin ortak görüşü bu yönde; yoksa muazzam gücüyle Kafkaslara yürüyen bir orduyu durdurup bu sapa yoldaki şehre sokmak; bir de Kızıl ordu etrafını sardıktan sonra kaçma şansı varken bile tahliye ettirmemenin doğru düzgün bir açıklaması kalmıyor.
Gelecek yazıda ölü severlerin karanlık zindanlarında gezinmeye devam ediyoruz.
Saygılar
Comments