top of page

Kötülüğün Tarihi - 25 (Kötülüğün Kökeni - Sadistler)

Merhaba,


Yazı dizimizin başından bu yana kötülüğü her yerde aradık. Havaya suya, ruhlar dünyasına, dinsel inançlara, hurafelere, yalana dolana, hepsine baktık. Fakat, bunların hiçbirisi ne önceki bölümlerdeki ateş fırtınalarını, ne de Totaliter Ütopyalar dizisinde ele aldığımız halkının üstüne bir gece gibi çöken rejimleri açıklayabildi.


19. yy yazarları bize doğru kökeni işaret etmişti; insanı. 20. yy bilim insanları ise onu incelemeye başladı. İnsanın neden bu kadar büyük kötülükler yapabildiğini anlamaya çalıştılar ve kökeni iki temel tercihte buldular; yıkıcılık ve sadistlik. Bu yazıdan itibaren bu iki temel aracı, tarihe mal olmuş liderler üstünde inceleyeceğiz.


Önce bir çerçeve çizip, kötülüğün doğasını ve nasıl tetiklendiğini anlamaya çalışalım. Kötülük bir karar değildir; o bir sonuçtur. İcra eden kişinin asla anlamayacağı ve kabul etmeyeceği bir sonuç. Acıyı hisseden bir varlığa eziyet edip de bunun kötülük adına yapıldığını kimse (en azında ruh sağlığı normale yakın kimse) kabul etmeyecektir. Eziyete uğrayan cezalandırılmıştır; kendisine önemli bir şey öğretilmiştir; ya da başkalarına bu bir ders olacaktır. İcra eden kişi bunu bir fikrin, inancın, saygının veya toplumun ahlak kaidelerinin arkasına koyar. Fakat, gerçek bu değildir; eziyet eden yada saldırgan davranan aslında var olmanın peşindedir.


İnsanın temel güdülerinden ikisi bütün hareketlerimizin sebebi olarak açıklanır; açlık ve cinsel isteği doyurma arzusu. Fakat, bunların arkasında çok daha önemli ve etkili güdüler vardır; sevgi, sevecenlik, dayanışma, özgürlük ve doğruluk gibi aydınlık güdülerle beraber denetleme, boyun eğdirme, yıkma dürtüleri; özseverlik, açgözlülük, kıskançlık ve hırs gibi karanlık huylar sayılabilir. Bu aydınlık ve karanlık güdüler, ussal veya usdışı olabilir, ama asıl önemlisi onların hayatı anlamlı ve yaşamaya değer kılmalarıdır. Eğer bu dürtülerin doğurduğu arzuları tatmin edecek bir ortam olmazsa, insan kendi içine çöker ve yaşamına son verir; yada yaşayan bir ölüye dönüşür, öbür taraf için gün sayar. Kimse aç kaldığı yada cinsel ihtiyaçlarını gideremediği için depresyona girmez, intihar etmez; fakat, yukarıda saydığımız diğer temel güdülerden hiçbiri karşılanamıyorsa hayatın artık bir anlamı kalmamıştır.


İyi güdülere bir şekilde yönelemeyen insan kendisine yeni bir yol çizmek zorunda kalır. Diğer yaşayanlar üstünde bir iktidarla varoluşunu anlamlı kılmak isteyecektir. Bunun için mevcut düzeni yıkar, kuralları hiçe sayar, yada kılıfına uydurur ve eninde sonunda o iktidara, kendi mutlak gücüne ulaşır. Bu iktidar illa koca bir ülkeyi yönetmek değildir; çok küçük bir alan için de geçerli olabilir. Evine aldığı bir sürü köpeği kendisine muhtaç eden, itaatleriyle doyuma ulaşan, onların karşılıksız sevgisini zalimce sınayan insanlar tanımıyor muyuz? Eğer bu dürtüler karşılanmazsa, can sıkıntısı başlayacaktır. Heyecan sönecek ve yaşama olan bağlılık kırılacaktır. Bu yönetme sapkınlığını Erich Fromm çok güzel ifade eder;


Çocuklarını -çok sevdiği için değil de- onlara sahip olmak ve denetlemek istediği için yakınında tutmayı arzuladığı bir anneye söylendiği zaman bu annenin öfkeyle tepki gösterdiğini kim görmemiştir ki?

Ya da kızının bakireliğine gösterdiği titizliği, kendisinin ona duyduğu cinsel ilginin güdülediği söylendiği zaman bir babanın gösterdiği tepki?

Ya da siyasal inançlarının ardında yatan kazanç çıkarı anımsatılan belli bir yurtsever tipinin tepkisi?

Ya da ideolojisinin ardında yatan kişisel yıkıcı tepiler anımsatılan belli bir devrimci tipinin tepkisini?


Bu yıkıcı ve sadist saldırganlık hayvanlarda yoktur, onların saldırganlığı savunmacıdır. Ya aç kalmamak, ya da av olmamak için saldırır. Rakibine kızmaz, diş bilemez, hırs yapmaz. Çok basit bir örneğini avının peşinde koşan aslanın yüz ifadesinde görebiliriz. O kesinlikle kızgın değildir. Sadece avına odaklanmış ve ilk çarpışma esnasında zarar görmemesi için gözlerini kısmıştır. Avını bilerek ve isteyerek yavaş yavaş öldürmez. Onu öldürüp en kısa zamanda yemek ister; çünkü işi uzatırsa başka avcılar kokuya gelip şölenin keyfini kaçırabilir.


Eğer, buna rağmen savunmacı saldırganlığın kötülüğün kökeni olduğunu iddia ediyorsak, artık tek hücreli organizmaları veya virüsleri bile "kötü" olarak adlandırmalıyız. Hücreler başka organizmaları yutar, virüsler içlerine girip konağını tüketinceye kadar kendi kopyalarını yapar. Bilincin esamesi bile okunmayan bu basit yaşam formlarını kötülükle nitelendirirsek, iş biter; acilen evreni terk etmemiz gerekiyor demektir. Hayvanlar başta olmak üzere doğada gördüğümüz saldırganlık sadece açlığını giderme veya savunma amacıyla yapılır; amaç asla eziyet etmek ve yıkmak olmayacaktır.


İnsana geri döndüğümüzde ise başka bir yaşam düzenini tercih etme hakkı ve şansı olmasına rağmen, kendisinin yükselip de diğerlerinin düşeceği bir düzeni istemesi; evet bu doğal saldırganlıktan farklıdır. Bu, karşısına aldığı kişilerin tercihlerini hiçe sayıp sadece kendi inandığı ve arzuladığı düzeni kuracak kişinin sağlıksız dürtülerinin sonucudur; onun psiko patolojisinin bir eseridir. Bu patojenleri iki sınıfa ayırabiliriz;


1) Sadist Saldırganlar

2) Yıkıcı Saldırganlar


Birincisine totaliter ütopyalarımızdan iki örnek verebiliriz; Stalin ve Himmler. Her ikisinin de topluma neler yaptıklarını Totaliter Ütopyalar serisinde görmüştük. Merak edenler, Stalin için Totaliter Ütopyalar - 8 (Bolşevikler-2) yazısını, Himmler için de Totaliter Ütopyalar - 5 (III.Reich ve Holokost-4) yazısını önerebilirim. Biz burada tarihsel süreçten çok bu iki sadist insanın kişiliği özelinde bir değerlendirme yapmaya çalışacağız.


Stalin, tutuklular ve rejim düşmanlarına uygulanacak işkenceleri bazen kendisi belirliyordu. Özellikle tinsel sadizmden keyif alıyordu. Tutuklatacağı kişiyi iyi tutuyor, güvende olduğu hissini veriyor; belki yemeğe davet edip bütün gece hoş sohbet yapıp sonra birden odayı basan gizli polise adamı tutuklatıyordu. Ya da iki üç gün sonra gece yarısı evinden aldırıyordu. Her şeyin yolunda olduğunu düşünen zavallı adamın tutuklanması yediği darbenin dozunu arttırıyor, Stalin'in de bıyık altından gülmesini sağlıyordu. Bunu özellikle yakın olduğu insanlara yapıyordu ki, eziyetin etkisini bizzat görebilsin.


Stalin’in eziyet tutkusu bitmek bilmiyordu. Önce devrim düşmanları, sonra kulaklar, sonra yine ‘gizli’ devrim düşmanı başka bir tip kulaklar; II. Dünya Savaşı ile başta Almanlar ve diğer Avrupa milletleri; yetmiyor yetmiyordu. En son ülke içindeki Yahudilere sıra gelmişti ama ömrü yetmedi ve Dünya bu sadistten kurtuldu.


Himmler ise değişik birisiydi. Yaptığı her şeyi biriktiren bir tarzı vardı. Gençlik zamanlarından kalan bir günlükte yaz tatiliyle ilgili şöyle bir dönem var;


Ağustos 1. Pazar... Üçüncü kez yıkandım (Denize veya göle girmiş galiba)... Babam, Ernsti ve ben, sandalla gezdikten sonra dördünce kez yıkandık.

Ağustos 2. Pazartesi... Akşam beşinci kez yıkandım.

Ağustos 3. Salı... Altıncı kez yıkandım.

Ağustos 6. Cuma... Yedinci kez yıkandım... Sekizinci kez yıkandım.

Ağustos 7. Cumartesi. Sabah 9. kez yıkandım...


Böyle anlatmaya devam ediyor. 15 günlük tatilin sonucunda 15 defa yıkandığına ulaşıyoruz. Günlüğünde, gündelik hayatının yanında güncel konulara da değiniyordu. I. Dünya Savaşı'nın hızla yayıldığı bir dönemde, 26 Ağustos 1914'de günlüğüne şunları yazmış;


Falk'la bahçede oynadık. Weichsel'in doğusunda birliklerimizce 1000 Rus ele geçirildi. Avusturyalılar ilerliyor. Öğleden sonra bahçede çalıştım. Piyano çaldım. Kahve içtikten sonra Kissenbarthları ziyaret ettik. Oradaki erik ağacından erik toplamamıza izin verdiler. Ne korkunç, bir çoğu yere düştü. Şimdi 42 cm'lik toplarımız var.


Burada da göreceğimiz gibi ilgilendiği şey erik mi, savaş mı, esirler mi, savaş makinesinin gücü mü belli değildir. Hepsi birbirine dolanmış, (bana göre) gerçekte hiçbiri onu ilgisini çekmiyordu. Mikrodan makro ölçeğe yaşananlar onun önünde akıp gidiyor, o kendisine görev edindiklerini işliyor, sonuçlarıyla (savaşta ölenlerin ardında bıraktıkları, sakat kalan gencecik canların çektikleri gibi) hiç mi hiç ilgilenmiyordu. Baskıcı babasının varlığı altında ezilen karakteri güçsüz, utangaç, çekimser ve huzursuz bir yapıya bürünmüştü. Bundan kurtulabilmek için yetişkinlik döneminde ülkeyi terk edip başka bir yerde çiftçilikle uğraşmayı düşünmüştü. Alternatif ülkeler arasında (II. Dünya Savaşı sırasında SS'lerinin kan kusturacağı) Ukrayna ve bir de alakasız, Türkiye bile vardı.


Yahudiler ve onlara atfedilenler umurunda bile değildi. Bu çiftlik planlarını gerçekleştiremedi ama Hitlerin yürüyüşüne katıldı. Zaman içinde partide yükseldi ve ikinci adam olup, çok önemli bir konuma geldi. Böylece içindeki zayıflığı bastırıp, Yahudiler başta olmak üzere savaş esirleri ve toplumun (Nazilere göre) suçlu kesimleri üstünde sınırsız bir denetim elde etti. Edindiği mutlak güç sayesinde neredeyse kozmik bir sadizmle 14 milyona yakın insanın katlini organize etti, yönetti.


Almanya'nın yenilmesi kesinleşince de tanrı gibi taptığı Hitler'i derhal terk etti. Önce, Batılı güçlerle barış masasına oturması gereken yegane kişi olduğunu iddia etti. Hatta, Yahudi kıyımını yavaşlatıp, kampların şiddet dozunu azalttırdı. Fakat, işler istediği gibi gitmeyince ülkeden basit bir er maskesi altında kaçmaya çalıştı. Bu esnada yakalanıp bir kampa alındı. Eğer dişini sıksaydı, kimliği anlaşılmadan serbest bırakılacaktı. Fakat dayanamadı; kamp komutanına gidip kim olduğunu söyledi ve tutuklandı. Sonra da yargılanmaya dayanamayıp diş kovuğundaki siyanür kapsülünü ısırıp intihar etti.


Peki bu son dönemeçte, Himmler neden bu kadar çok hata yapmıştı? Bunu yine kişiliğinin doyumsuz tarafında arayabiliriz. Bu sınırsız yetki ve milyonların yaşamı üstüne kurduğu iktidar kırılınca eski silik, sönük ve vasat varlığına dönme korkusu onu bu çırpınmalara itmiş olmalı. Her adımı onu ölüme biraz daha yaklaştırırken, bataklığa saplanıp çırpınmaya devam etmiş ama varoluş amacını sürdürecek yolu bir türlü bulamamıştı. Sadizm yaklaşık on beş yıllık bir dönemde onu var etmişti ama uyuşturucunun dozunu çok yüksek tuttuğu için altında ezilip kalmıştı.


Sadist saldırgan kişilere daha çok örnek verilebilir. Bunlar genellikle dahil oldukları fikir hareketinin önderi olmayan, hayatı silik bir müsfette gibi yaşarken, bir anda talihi dönüp içindeki alfa olma dürtüsünü hastalıklı bir şekilde uygulamaya geçiren insanlardır. Örneğin, Reinhard Heydrich. Donanmadan atılmış, neredeyse dibe saplanmışken hırslı faşist eşi Lina'nın ısrarıyla Himmler'in SS örgütüne katılmıştı. Talihi dönen Heydrich, bütün üst kademenin yere göğe sığdıramadığı, üstün bir kişilik olarak lanse edilen, ama aynı Himmler gibi başta Yahudiler olmak üzere SS'in kontrolündeki herkese eziyet eden bir sadistti.


Peki Hitler? Ya da Lenin, Pol Pot? Gelecek bölümde yıkıcı saldırganlara odaklanıyoruz.


Saygılar


Kommentare


bottom of page