Merhaba,
Ateş fırtınaları dizimize devam ediyoruz. II. Dünya Savaşının ikinci yarısında Japonlar, Midway ve devam savaşlarda üstünlüğü kesin olarak kaybetmişti, fakat teslim olmuyorlardı. Mançurya başta olmak üzere Uzak Doğunun önemli bir kısmını ellerinde tutuyor, kara savaşlarında son nefeslerine kadar direniyorlardı. Amerika, bu direnişi kırmak için Avrupa'ya benzer, ama çok daha acımasız bir bombardımanı başlatmıştı. 10 Mart 1945 gecesi Tokyo bombardımanı gerçekleşti. Savaşın en dehşet verici bombardıman uçakları olan B-29 Uçan Kaleler'den 279 tanesi havalanıp, Tokyo üstüne 1665 ton bomba yağdırdı. Tokyo'nun büyük kısmını oluşturan bir veya iki katlı ahşap evler bu ağır bombardıman altında hemen alev aldı. 41 km2'lik alanda birleşen yangın ateş fırtınasına dönüşüp saatte 40 km'ye çıkan rüzgarlarla ondan kaçmaya çalışan sivil halkı içine çekti. Dresden'den beter bu durumun sonuçlarını paylaştığım wiki linkindeki fotolardan görebilirsiniz. En iyimser tahminlere göre 85 bin, ama tarihçilerin ortak görüşüne göre 100 bin insan o apokalips gecesinde öldü.
Başkentteki bu ağır kayıplara rağmen sanayi çökmemişti, çünkü tesislerden çok sivil halkın yaşadığı yerler vurulmuştu. Yine de, yan sanayi ve küçük kuruluşlar etkilenmiş ve işçi kesimi önemli ölçüde yok edilmişti; bunun tahmini sonucu Tokyo'nun endüstriyel çıktısının yarı yarıya kaybedilmesiydi. Bu ağır kayıplara rağmen, Japonya direniyordu. Geriye kalan tek olasılık Japon adalarına kapsamlı bir çıkarma yapılmasıydı. Fakat, bu çok zor olacaktı. Faşist Japon iktidarı topraklarını her şeyiyle savunacaktı. Burada Nazilerden bile beter, ağır bir direniş bekleniyordu; halkın büyük bir kısmı (çocuklar dahil) bu son savaşa hazırlanıyordu. Bu direnişin arkasında asıl güvenilen Amerikanın kamuoyu ve askeri kesimdeki muhalefetti. Japonlar, çıkarmaya karşı ve sonrasındaki yoğun savunmayla, düşmana büyük kayıplar verdirecekti. Sonuçta Amerikan halkı ayaklanacak ve ordusu istemese de geri çekilecekti.
Aslında bu çok uçuk bir öngörü değildi; Amerikan askeri güçleri de çıkarma ve işgal esnasında 4 milyona yakın kayıp öngörüyordu. Yıllardır devam eden savaş sonucu iyice yorulmuş orduya ve arkasındaki sivil halka bu kayıpları anlatmak çok zordu. ABD başka bir şey yapmazsa Japonya'yla eş seviyede durup bir barış anlaşması imzalamak zorunda kalabilirdi; ki bunun sonucunda da Roosevelt ve yönetim kadrosu iktidarı kaybedecekti.
Diğer tarafta, Sovyetler Nazi Almanyası'nı çökertmiş gözünü Pasifik'e dikmişti. Roosevelt, Stalin'i bir taraftan Mançurya'ya saldırması için zorluyordu; ki böylece Japonlar iki cephede savaşmak zorunda kalacaklardı. Fakat, diğer taraftan Kızıl Orduyu Japon Adalarında ve haliyle Pasifik'te istemiyordu. Tokyo'nun, Berlin gibi ikiye bölünmesi ve komünizmin okyanusa yayılması çok büyük bir tehlikeydi.
Bu arada Japonlarda Kızıl Ordu'ya yanaşmış, müttefik olma yollarını arıyorlardı. Japonya'nın Sovyetlerin bir uydu devletine dönüşme ihtimali Amerikan yönetimi için korkunç bir kabustu. Bu olan biten içinde Roosevelt'in ölmesi ve kafası karışık Truman'ın iktidara gelmesiyle, Amerika'da işler iyice karıştı. Geriye yapacak tek bir şey kalmıştı; uzun zamandır üstünde çalışılan gizli silahın masaya konulması; Manhattan projesi son şeklini alıyordu. Sonuçları aklın alabildiğinin ötesindeydi...
Takaşi Nagai, uzun süre yasaklanmış Nagasaki'nin Çanları eserinde aktarır, bombadan sonrasını;
Haşimoto, insanlara yardım etme zamanının geldiğine karar verip çöken kitap raflarının arkasından sürünerek çıktığında şaşkınlıkla haykırıverdi. Her şey darmadağındı. Enkazın üstünden geçip başını pencereden çıkardığında daha da şaşırarak kalbi yerinden oynadı. Ne olmuştu böyle?! Şimdiye kadar bu pencerenin altında dalgaları andıran mor kiremitlerle birleşen Sakamoto, İvakata ve Hamaguçi semtleri nereye kaybolmuştu? Beyaz, parlak dumanların yükseldiği fabrikalar neredeydi? Gür yeşil yapraklarla kaplı İnasa Dağı'nın yerini kırmızımsı kahverengi bir kayalık almıştı. Yaz yeşili dediğimiz yeşilliklerden bir ağaç yaprağı, bir ot sapı bile kalmamış mıydı geriye? Ah, Dünya çırılçıplak oluvermişti.
Nagasaki'ye atılan atom bombası bir ateş fırtınası doğurmadı. Fakat, Hiroşima'da bu oldu. Yalınayak Gen adlı efsanevi çizgi romanın yaratıcısı Keiji Nakazawa eserine not düşer;
Atom bombası, 6 Ağustos 1945 sabahı 8:15'te, doğduğum şehir Hiroşima'nın 600 metre üstünde patladı. Bombanın patladığı yerden yaklaşık bir kilometre uzakta, Kanzai İlkokulu'nun arka kapısındaydım. korkunç bir rüzgar ve kavurucu bir sıcaklık dalgasına tutuldum. Altı yaşındaydım. Hayatımı, okulun beton duvarına borçluyum. Eğer duvarın gölgesinde duruyor olmasaydım, 5000 derecelik ısı dalgası beni anında kavuracaktı. Onun yerine kendimi canlı bir cehennemde buldum. Olayın detayları, sani dün yaşamışım gibi beynine kazınmış durumda...
Keiji'nin ailesi bombanın ileri ve geri basınç hareketiyle yıkılan evlerinin altında kalır. Sadece balkonda çamaşır seren annesi şanslıdır; muazzam kuvvetle sokağa savrulmasına rağmen sağ kalır. Yüksek ısı ve güçlü rüzgarlar ateş fırtınasını başlatır. Keiji, enkaz altında kalmış babası ve kardeşlerini göz göre göre bu fırtınaya teslim eder. Şoka giren annesini bölgeden uzaklaştırır, erken doğumla gelen kardeşini felaketin ortasında kucağına alır.
Şehir sakinlerinin büyük bir kısmı ateş fırtınasıyla yüzleşir. İlk patlama anında buharlaşmayan veya yüksek basınçla savrulmayanları, aşırı yüksek sıcaklık altında erime bekler. Derileri vücutlarından erir, bol bir elbise gibi uzar, akar. Sokaklar "Su!, Su!" diye yalvaran yaşayan ölülerle dolar. Bir kısmı denize atlayıp bu yüksek sıcaklıktan kurtulmak ister; fakat Dresden örneği gibi onları bekleyen şey yüksek sıcaklıkta kaynamaktır. Keiji Nakazawa buna notunu düşer; atom bombası sonrasında, yıllar boyu Hiroşima çevresi sulardaki karidesler pek çok, pek etlidir; suyu dolduran binlerce insan cesediyle beslenip gürbüzleşmiş, "jumbo karides" olmuşlardır.
Nükleer apokalipsin başladığı ana tekrar bir dönmekte fayda var; bundan önceki bombardımanlar gece yapılırken neden bu sefer açık gökyüzü ve güneş altında yapılmıştı? Eh, insan eserinin sonuçlarını görmek istemez mi? Hiroşima'da, sabah sirenlerin çalmasını ve insanların varsa, sığınaklara inmesini sağlayan bombasız bir B-29 gelir önce. Hiçbir şey yapmadan gider, insanlar sığınaklardan çıkar. Sonra, ikinci B-29 gelir; bunu gören ekipler, bir önceki gibi gözlem uçağı olduğunu düşünerek sirenleri çalmazlar. Herkes uçağa merakla bakarken olan olur; gerisi malumdur.
Hiroşima'da yüzbinler ölür. Radyasyona bağlı bir o kadarı da yıllar boyu ızdırap çeker, ölür gider. Keiji'nin annesi seneler sonra ölünce krematoryumda yakılır; kemiklerini alıp gömmek isterler. Fakat, bombanın radyoaktif saçılımı o kadar kuvvetlidir ki, annesinin kemikleri bile tuz-buz olmuştur; geriye bir şey kalmaz.
Bombadan sonrası da korkunç; Amerikan ve Japon doktorlar, kurulan enstitülerde bombaların kısa, orta ve uzun vade etkileri üzerine bir çok araştırma yapmıştı. Ölenlerin vücutlarını rüşvetle alıp otopsiler düzenlediler. Radyoaktivitenin iç organlara yaptığı tahribatı araştırdılar. Ayrıca, ışımaya maruz kalanlardan tonla kan, idrar vs örneği toplayıp analizler yaptılar. Bunların hiçbirisi bombalardan zarar görenlerin tedavisi amacıyla yapılmadı; eserlerinin sonuçlarını anlayıp, kendi başlarına gelirse nasıl tedaviler üretmeleri gerektiğini belirlemeye çalıştılar.
Peki bile bile insan böyle bir kötülüğü nasıl yapar? Ölüsever midir, sadist midir, yoksa daha da kötüsü sıradan mıdır?
Gelecek yazıdan itibaren insanın korkunç fay hatlarına iniyoruz.
Saygılar
Kommentare