Merhaba,
Tarih öncesi çağlardan, belki de (bir önceki yazıda gördüğümüz gibi) türümüzün öncülü primatlardan gelen korkuları bohçamıza koymuş, neolitik köyde yolumuza devam ediyoruz. Yılanlar, dirilen atalar ve kozmik güçler ilkel insanın beynini yerken, (avcı toplayıcı kökenini unut(a)madan) o küçük köyünün güvenlik ve geleceğini sağlamaya çalışıyordu. Bu üç büyük korkusuna dair bir (psikolojik) savunma hattı kurmuş, onları ya adreslemiş ya da savurmuştu. İşte bu yazıda, Paleolitik kökenli temel korkuların nasıl bir kimliğe büründüğünü inceleyecek, neolitik döneme ne şekillerde aktarıldığına ve çoğaldığına dair tezleri tartışacağız.
Yılanlar başta olmak üzere hayatımıza kast eden hayvanlarla başa çıkmanın iki yolu vardı. Birincisi, fiziksel mücadeleydi; klan örgütlenir, ateş ve silahla savunma hattını kurar, hatta saldırıya geçip korkuyu ortadan kaldırırdı. Fakat, fiziksel önlemler her zaman başarılı olmaz, olamazdı. Ormandaki bütün yırtıcıları ve sinsi yılanları temizlemediğimiz sürece başımıza bela olmaya devam edeceklerdi. İşte bu noktada İlkel Dinler Tarihi - 6 (Göbekli Tepe) yazısında ele aldığımız bir fikir kontrolü eline aldı; Hayvanların Efendisi. Daha önceki yazılarda gördüğümüz Venüs figürinleri bizi Ana Kültüne taşımış, doğayı yöneten aşkın varlık düşüncesini ortaya çıkarmıştı. Şimdi, şamanlar vasıtasıyla ondan miras alınan (kısıtlı) yeteneklerin kullanılma zamanıydı. Kabilenin görmüş geçirmiş bir ninesi bu görevi üstlenip, doğurgan (ama tersi de ters olan) "Ana"nın yeteneklerini kazanabilir, böylece onları hayattan bezdiren hayvanlar üstünde kontrol sağlayabilirdi.
Bereket ve şifa dağıtımı bir yana; diğer tarafta kötülük kaynaklarından koruma; ki en önemlisi, şamanımızın en önemli görevi kadim düşmanımızı yani yılanı kontrol edebilmekti. Adını Göbekli Tepe döneminde daha tam anlamıyla koymuyoruz; tapınaktaki T heykeller hakkındaki çalışmalarda spesifik olarak yılanı kontrol eden bir şaman, büyücü veya liderin sembolünü göremiyoruz. Ama konuyu genellersek, karşımızda çeşit çeşit hayvanı kontrol edebilen büyülü kişiler var; bunlar vücutlarına (yani heykellere) kontrol edebildikleri hayvanların dövmelerini yapmışlar. Buradan yola çıkıp Çatalhöyük ve Obeyd Kültürü örnekleriyle devam edince, hayvanların efendisinin daha net bir kimliğe kavuştuğunu görürüz. O, Çatalhöyük'te tahtına kurulmuş, leoparlarının başını okşuyor; Obeyd'de iki yılanı boğazlarından yakalamış bütün ihtişamıyla karşımızda dikiliyordu. İşte bu ikinci figür zaman içinde o kadar popüler hale gelmişti ki, Tanrıça İnanna ve ardılları boyunca aynı tema kullanılmaya devam etti. En güçlü tanrıça (veya tanrı) yılanı (veya ejderhayı) kontrol ediyor, onu savaşta bozguna uğratıyor ve düşünce tarihinde iktidarını hep bu zaferin üstüne kuruyordu. Haliyle, zaman içinde daha net bir kimliğe bürünen şeytan ve iblisin temel dayanaklarından birisi haline gelmişti.
Göbekli Tepe'deki heykellerden birinde, bir yılan sürüsünün saldırdığı keçiyi, "Günah Keçisi"ni görüyoruz. Aynı keçi Obeyd Kültürü'nde geldiği kimliğini değiştirmeye başlayıp, "Keçi Cin"'e dönüşmüştü. Onun tam olarak ne yaptığını, nasıl bir kötülüğün mimarı olduğunu bilmiyoruz, hatta cin dediğimiz için hemen kötü diye kategorize etmemiz bile doğru olmayabilir. Bölgede yapılan kazılarda ele geçirilen mühürlerin birinde keçimizin geometrik ve sert köşeli bir şekilde çizilmiş olması bizi buna sürüklüyordu.
Hititlerde resmi bir şekilde gördüğümüz günah keçisinin Göbekli Tepe'deki ilkel örneği bize kadim bir geleneği gösteriyor olabilir; üstüne günahlarımızı ve bize musallat olan kötülüğü yüklediğimiz keçileri başka ulusların toprağına yolluyorduk. Peki aynısını onlarda bize yapmazlar mı? Bir gün dağdan inen bir keçiyi gören köylüler, bohçasına salgın hastalıklar, kuraklık ve benzeri bir çok kötülüğü yüklemiş bu hayvanı görünce çığlık çığlığa oraya buraya koşturmaz mı? Çocuklarına bunu (kabus gibi birer) masal yapıp, bilinçaltında ortak bir korku unsurunu yaratmaz mı? İşte bu çerçevede bakınca, Obeyd'de gördüğümüz keçinin kötücül simgesini açığa çıkartabilir, ona (hiç hak etmediği halde) bir kimlik kazandırabiliriz.
Hikayenin bu Neolitik tarafını dışında bir de Sami dinlerinin algı operasyonu da önemlidir. Pan ve Satyrlerin önemli bir üyesi olduğu gizem tapıları, Sami dinlerinde şiddetle yasaklanmış, ona bağlı olanlar şeytanla özdeşleştirilmişti. Tanrı Pan, keçi ayaklı, boynuzlu ve sakallıydı. Hıristiyanlığın gelişim dönemlerinde kendisi yoktu ama o ve diğer önemli unsurların şekillendirdiği gizem tapılarını kendisine esas alan Mitra dininin akıllarda kalan (ya da öyle olsun diye uğraşılan) sembollerindendi. Bu konunun detaylarını gizem tapılarına bırakıp, keçinin diğer bir önemli bir özelliğine daha bakalım; şu korkutucu gözleri. Dikkatli bakınca, sanki bir değil de iki göz bebeği varmış ve bunlar birleşmiş gibi görünürler. Bu da yukarıda ortaya atılan, onun kötülük ve (adı konduktan sonra) şeytanla işbirliği yapan, onunla birleşen bir varlık olduğu tezini güçlendirir. Bu çift göz bebeği, korku sinemasında da kullanılan bir motiftir; kökeni bu zavallı keçinin bakışlarına yüklenmiş (savrulmuş) bir mittir.
Hayvanların efendisi kötülüğün kaynağı yılanı kontrol edebiliyordu; fakat ya kendisi dönüşürse ne olacaktı? Temel bir korkuyu ele alırken, acaba biraz fazla ileri gidip, onu devirmekle sorumlu ve aşırı yetkilendirilmiş şaman veya büyücü hekimin kendisi karanlığa geçemez miydi? Olurdu tabi; eğer köyün hırslı bir üyesi iktidarı ele geçirmek isterse ninemize bu yaftaları yapıştırıp düzeni ataerkil tarafa çekmeye çalışabilirdi. Hatta ninemiz de çok ileri gidebilirdi; belki de demans veya alzheimer gibi bir rahatsızlığa yakalandıysa ondaki dönüşümü ilkel atalarımız karanlığa dönüş olarak algılamış olabilirdi.
Burada, bir taraftan cadının kökenini arıyoruz; iyi niyetli, koruyucu ve kollayıcı şaman ninemiz, yenmeye çalıştığı kötülüğün havasına kapılıp diğer tarafa geçmişti. Şaman kökeni sayesinde zamanının çoğunu köyün dışında, doğada geçiriyordu. Şimdi onu ormanda bulunamaz bir eve, dağlık arazide bir mağaraya, çorak bozkırda, çölün ötesinde veya donmuş bilinmez karanlık yerlere konumlayacaktık. Bize (Lilith veya Alkarısı örneğindeki gibi) ya bizzat musallat oluyor veya büyüleriyle uzaktan saldırıyorlardı. Milyonlarca insanın hayatını mahvedecek bu korkunç fikirleri, histeri krizine dönüşecek Cadı Avlarını ileride daha detaylı inceleyeceğiz; burada sadece kökenine dair bir tezi göstermek istedik...
Doğadan gelecek tehlikeleri bir kenara koyalım; mezarındaki atalarımız ne durumdalar? Bir önceki yazıda ve İlkel Dinler Tarihinde detaylarına girdiğimiz ataların dirilmesine dair korku Neolitik dönemde somutlaşmıştı. Bunun ilk örneklerinden birini Kötülüğün Tarihi - Özel Dosya (Vampirler) yazısında değişmiştik. M.Ö. 3500 yılı civarından kalma bir mezarda, ölünün göğüs ve başına çakılmış değirmen taşları bulunmuştu. Vampirlerin yaşayan ölülerdir; kan emme, yarasaya dönüşme gibi özelliklerini çok sonra kazanacaklardı. Burada daha çok bir zombiyle karşılaşmış gibiyiz. Her ne olduysa, bu adamın dirilme ihtimali ahaliyi çok korkutmuştu.
Vampirlerle ilgili yazımızda değindiğimiz gibi kötü bir insan olabilirdi ve inanışa göre sadece kötü insanlar dirilebilirdi. Ama bundan çok öncesinde, yani kötülerin dirilme özelliğine sahip olduğunu tespit (!) edilmesinden çok önce; Paleolitik dönemle ilgili sorgularımızda ataların dirilme ihtimalini engellemek için onları başka bir aleme yollayacak mezarlarının kazılması gerekliliğine değinmiştik. Ayrıca, çocuklarının onlara karşı ambivalan duyguları konuyu savurup ilk kültün yanında, karanlık tarafın favorisi yaşayan ölü (zombi) kültünün de tohumlarını atmış olabilir.
Bunun pratik bir nedenine değinelim; bir insan öldükten sonra bir süre daha saçlarının ve tırnaklarının uzadığı görülebilir. Her nasılsa mezarını açan çocuklar babalarının saçının uzamaya devam ettiğini görünce ne düşüneceklerdi? Rüya ve kabusların yer aldığı bilinçdışı düzlemi, reel hayatlarından ayırmalarını pek beklemediğimiz bu ilkel insanların, uykularına konuk olan atalarının gerçekten ayağa kalktığına dair bir kanıt bulduklarını düşünmesi çok mu zordur? Eğer saçlar uzamaya devam ediyorsa sorun baştaydı; konuşan, bakan, kızan oydu; kafatasına çakılacak bir kazık bunun önüne geçebilirdi. Belki de bu şekilde düşünsel tarihimizin ilk korku objelerinden birinin sonunu da tayin etmiş olduk; zombinin kafasına vurursan (beynini öldürürsen) onu durdursun.
Yılan, keçi, cadı ve yaşayan ölü....
İlkel atamızın kabusları...
Kötülüğün kaynağı, kadim korkularımızın nesneleri...
Şu ana kadar hiçbirine bir isim takamadık, çünkü yazılı basınımız yoktu. Hayal gücümüzün onlarla ilgili türettiği hikayeler sözel kültürün üyeleriydi. Yazının icadıyla beraber Pazuzu, Tiamat gibi isimler alacaklardı. Bunları bir sonraki yazıda, Sümerlerle beraber yeşeren edebiyatta göreceğiz. Fakat, bununla da sınırlı kalmayacağız; insanoğlunun kötülüğün asıl kaynağının kendisi olduğunun nasıl farkına vardığının hikayesini de işlemeye başlayacağız.
Saygılar
Comments