top of page

Kötülüğün Tarihi - Özel Dosya (Vampirler)

Merhaba,


8 yaşımdayken, bir akşam TRT 1'de bir film yayınlanmıştı. Sizlere bu filmden bir sahne sunuyorum; Dracula (1979) - Mina. Bu sahne çocuk halimle beni öyle korkutmuştu ki, ellerimle gözlerimi kapatıp dişlerimi sıktım ve ürperti içinde bitmesini bekledim. Mina’nın kollarını açıp babasına sarılmak için gelişi beni hala ürpertir.


Dracula (1979) adlı filmin başrolündeki vampirimiz Kont Dracula çok ama çok çekicidir. Aristokrattır, sanatçıdır, entelektüel birikimiyle büyüler. Kan emmesine rağmen karizmatik ve yakışıklıdır. Kontun ihtişamı edebiyat ve görsel sanatlarda önemli bir yer tutar. Ben de bu çekime kapılıp vampirler hakkında bir çok şey izledim ve okudum, ama geçen seneye kadar kökenlerini bilmiyordum. Son bir yıl içinde yaptığım (kısıtlı) okumalar beni çok şaşırtıcı şeylere ulaştırdı. İşte bu yazıda, halk geleneklerine dayanan folklorik vampirleri ve onların kurgusala dönüşüm hikayesini anlatacağım.


Vampirler en az altı bin yıldır bizimle beraberler. Çok daha öncesiyle ilgili modelleri İlkel Dinler Tarihi serisinde paleolitik dönemle ilgili yazılarımda paylaştım, fakat bu öncüllerin varlığı şüpheli olduğu için üzerinde burada tekrar durmuyorum. Vampirler, önemli bir korkumuzu yönetiyorlar; yaşayan ölülerin istilasını. Mezara gömdüğümüz kişi eğer kötü huyluysa veya çok günahı varsa kalkıp geri gelebilir. Gece karanlığında kapımızı çalar, usulca seslenip bizi dışarıya çağırır. Dışarı çıkıp peşinden gidersek, farkına varmadan bir fırtınaya girer ve soğukta ölürüz. Ya da gece uyurken üstümüze çıkıp karabasan olurlar. Felç geçirir kıpırdayamayız. Daha da kötüleri vardır; ciğerimizi söker, elleriyle kanlı kanlı yerler. Ya da günümüzün modası; boynumuzdan ısırıp kanımızı içerler. Avrasya üzerinde birçok medeniyetin kadim korkuları bugünkü adıyla vampirde vücut bulmuştur. Her bir kültür, kendine özgü folklorik bir vampir yaratmış, ona bir çok özellik atfetmiştir. Günümüz kurgusal vampirinde ise, bu çeşit çeşit özellikten bazıları toplanıp Dracula, Lestat, Blade ya da Selene gibi efsanevi vampir karakterleri yaratılmıştır. Vampir edebiyatını bir sonraki yazıya saklayarak, bu canavarın tarihine devam ediyorum.


Bilinen ilk vampir vakası MÖ. 3500 civarındadır. Kıbrıs'ta erken dönem Yunan uygarlığının bir mezarlığında göğsüne ve kafasına değirmen taşları çakılmış iskeletler bulunmuş. Bu döneme ait elimizde yazılı metinler yok ama bu mezarların MÖ. 2 binli yıllardan itibaren anlatılmaya başlanan bir geleneğin öncülü olduğu düşünülüyordu. Bu değirmen taşları, mezarda yatan dirilirse dışarı çıkıp etrafa saldırmasını engellemek içindi. Ölüyü mezarda tutma çabasının en iyi örneklerinden birisi Sicilya'daki bir Antik Yunan mezarlığındadır. Burada MÖ 4. ve 6. yüzyıllar arası yaşamış insanlar iki cesedin dirilme ihtimalinden çok korkmuş olmalı. Yetişkin bir insan kafasına ve ayaklarına amforalar geçirilip öyle gömülmüş. Diğer bir mezarda yatan genç bir çocuğun iskeleti üstüne de beş tane büyük taş konulmuş. Peki bu insanlar neden diriliyordu? Genellikle intikam için geliyorlardı geriye. Ama bu haksızlığa uğradıklarından değil, kötü, habis doğalarından kaynaklanıyordu. Birçok kültürde görülen ortak bir özellikti bu vampirler için; ancak kötü insanlar dönüşebiliyordu. Tabi Sicilya'daki genç çocuğun nasıl bir kötülük kaynağı olduğu tartışmalıdır, ama her ne olduysa kalkmasını istememişlerdi. (*)


Yunan adalarında bunlar olurken, Mezopotamya'da da başka bir kötülük doğmuştu; kan içen cadılar. Bunların başı efsanevi Lilith'di. Kısaca özetleyeceğim, çünkü kendisini daha sonraki yazı dizilerinde detaylı olarak ele alacağız. Babil zamanı yazılan, Yahudi Dünyasının önemli kitabı Talmud'da geçen Lilith, Adem'in Havva'dan önceki karısıdır. Özgür ve eşitlikçi, ama bir o kadar da hırçın havasıyla Adem'in düzenine karşı çıkar ve cenneti terk eder. Adem onu unutamaz ve Tanrıya geri döndürmesi için yalvarır. Cebrail, dünyaya inip Lilith'i bulur ve dönmesi için ikna etmeye çalışır. Lilith kabul etmez ve Tanrının hışmına uğrar. Artık o iblislerin, canavarların eşidir. O da bunun intikamını almak için harekete geçer. Yeni doğan çocukları kaçırır, kurbanlarının kanlarını içer, hamile ya da lohusa kadınlara musallat olur. Bu canavar Lilith'in hikayesi iki yola ayrılır; birisi Antik Yunan'a geçip Lamia olur, farklı varyantları ortaya çıkar. Diğeri Orta Asya'daki Türk boyları arasına yayılır. Ama hepsi de çok kötüdür ve kan içmekten hiç vazgeçmezler.


Yukarıda da değindiğimiz gibi, Antik Yunan inancında yaşayan ölüler ile muhtemel Lilith kökenli kan içenlerin birleştiği görülür. Bunun bir izini Odysseia’da görebiliriz. Odysseus’un Ölüler Ülkesi yolculuğunda ilginç bir ayrıntı vardır. Öte topraklara ulaşıp karaya çıkar ve ölülerin yaşadığı(?) büyük mağaraya girer. Etrafına doluşan ölüler konuşmaz, düşünmez, bilinçsizce hareket ederler. Odysseus, yanında getirdiği hayvanlardan birini kurban edip kanını akıtır. Bu kandan içirdiği ölüler birden değişip normal yaşamdaki hallerine dönerler. Onunla konuşup dertleşir, bildiklerini anlatırlar. Buraya kadar her şey yolunda gibi, fakat insanın korkuları durmaz. Hikayeden esinlenen bilincimiz, korkularıyla çevrili bilinçaltıyla el ele bize bir kabus yollar; Ya karşı tepedeki mezarda yatan o kötü kalpli adam kalkıp gelir ve bizim kanımızı içerse? Bunu bilinçsizce yapsa da farketmez. Unutmayalım, Odysseia’daki ölü bedenler kanı içince uyanır ama zombiler gibi et peşinde koşan canavarlar değillerdir; kan vermezsen yanından geçer gider. Fakat kabuslara geri dönersek; Aradaki fark önemli değildir, mezardan çıkmaya çalışan zombiler artık kan da emiyorlar.


Paralelde, Türk Mitolojisinde günahkar insanlar, kötü büyücüler ya da intihar edenler Ubır'a dönüşür. Bunlar diğer kültürlerdeki gibi mezardan kalkar ve insanlara saldırırlar. O dönemin Tatarları, Ubırlara bir de kan içme özelliğini ekleyip adlarını Uvar yapmışlar. İşte bu varlıklar daha sonra Kafkas halklarına taşınmış, Akdeniz ve Mezopotamya'daki destekçisi diğer canavarların söylentileriyle birleşip Obur adını almışlar. Oburlara tekrar döneceğiz, çünkü hikayeleri Bram Stoker'ın Dracula'sına kadar gidecek. Ama biz filmi ortaçağa sarıp, Yunan kültürüne dönelim ve mezardan kalkanlara tekrar bakalım; ne yapıyorlar, şimdi kime musallat olmuşlar...


Osmanlı yönetiminde Yunan halkı bu geleneğinden vazgeçmemiş, büyük korkusunu yaşatmaya devam etmişti. Histeri krizine dönüşen bu saplantı Osmanlı yönetiminin dikkatini çekmiş. Mezarların açıldığı, cesetlerin çıkartılıp yakıldığı, kazıkların saplandığı bir ritüelin dinen caiz olup olmadığı tartışılmaya başlanmış. İşte bu tartışmaların ortasında Dünya tarihine geçen bir olay olmuş; ilk defa büyük bir devletin resmi kurumunda vampirler kayda geçmişti. Vampirlere karşı ne yapılacağını fetva eden de, en meşhur şeyhülislamımız Ebussuud Efendi'ydi. Fetvalarında Yunan adaları halkından gelen talepleri dinleyip, mezarından kalkıp yöre insanına musallat olan vampirlerin varlığını doğrulamış. Bunların kalkmasını engellemek için yakılmasını ve kalplerine kazık saplanmasını onaylamış. Belirsiz de olsa, Müslüman aleminde de vampirlerin olabileceğini ve bunların da cesetlerinin yakılması gerektiğine değinmiş. Kanuni dönemine adını yazan Ebussuud Efendi'nin fetvaları Osmanlı İmparatorluğu'nun yönetiminde uzun süre birincil kaynak olmuştu. Bu fetvaları kendisinden sonra da örnek alınmış, halkın bu nekrofobik geleneği meşru zemine oturtulmuştu.


Artık mezarları açıp şüpheli cesetlere eziyet etmek Osmanlı topraklarında serbestti. Ama yine de bu çılgınlığı açıklamaya yetmiyordu. Çürüyen cesetlerin kafalarını kesmek, parçalamak, yakmak ne işe yarayacaktı, zaten çürüyorlardı. İşte burada bazı fizyolojik olaylar araya girip, cahil halkın şüphelerini destekliyordu. Madde madde bakalım;

· Ölümden sonra tırnak ve saçların bir süre daha uzamaya devam ettiği bilinir. Ayrıca, çocukların da dişleri çıkmaya devam eder. Cesedin bu haline bakıp yaşadığını düşünmüş olabilirler.

· Bayılmış ya da yaşam göstergeleri çok zayıflamış insanların dirilmesi söz konusudur. Bunların mezardan çıkması pek mümkün değildir ama tabut açıldığında yüzeyinde görülen tırnak izleri ya da kırıklar, yaşayan ölüye delil olabilir.

· Yine aynı şekilde mezarından çıkmaya çalışan kişi panikle kalkmaya çalışıp başını tabutuna vurmuş ve ağzı burnu kan içinde kalmış olabilir. Bunu da kan içtiğine dair bir işaret olarak görmüş olabilirler.

· Ölülerden çıkan gazın sesini yanlış anlayıp dirilişine bir işaret sanmış olabilirler.

· Çürüme süreci çok kompleks olduğu için net bir zaman akışı yoktur. Bulunduğu konum, hava akımı ve diğer sebeplerden bazı cesetler daha yavaş çürüyüp, yine yaşayan ölü hissi vermiş olabilir.

Günümüzde bile çok zor anlaşılan çürüme süreci, zaten çok korkunç olan ölüm olayıyla birleşip bu basit insanların psikolojisini darmadağın etmiş görünüyor. Yukarıda aktardığım geleneğin devlet eliyle meşru hale gelmesiyle aynı dönemde, ilk defa bir insanın adı da vampir olarak kayıtlara geçti. Jure Grando adındaki bir Hırvat, ölümünden sonra dirilip vampire dönüşmüş ve yaşadığı köye eziyet etmişti. Nihayet, 16 yıl sonra mezarında başı kesilir ve olay kapanır.


Bu sırada Oburlar tekrar gündemimize oturur. Evliya Çelebi, Çerkez yöresini ziyaret etmiş ve bu geleneği duymuştu. Fakat, daha önce duymadığımız yeni bir türleri vardı Oburların. İnsanların arasında yaşayıp, onlar gibi görünen ama kuytuda yakaladıklarının kanını içen korkunç cadılar haline gelmişlerdi. Bunları tespit etmek çok zordu. Ancak işinin ustası (?) bir cadı avcısı onları yakalayabilirdi. Avrupa'daki cadı çılgınlığı gibi bunların da teşhis yolu gayet basit ve etkiliydi; Obur'a Obur olduğunu itiraf etmesi için işkence edilirdi. Nihayet, zavallının dili çözülür ve insanların kanını içtiğini itiraf ederdi. Sonra göbeğine kazık saplanır ve cesedi yakılırmış. Evliya Çelebi bunları seyahatnamesine yazmıştı. (**)


Bu gelenek zaman içinde diğer Karadeniz halklarıyla birleşmiş, Yunanlıların kadim yaşayan ölüsü Vrykolakas da sürüye katılmış ve mitler bir süper vampirde birleşmişti. Bu canavarın adı Strigoi olmuştu. Strigoi görünmez olabilen, hayvan şekillerine bürünen ve kan içerek hayatta kalan bir yaratıktı. Bölge halkının çok korktuğu kurt ve yarasayla eşlemişti. Bu son halka kurgusal vampirin en etkileyici motifleriydi. O artık yenilmez bir ölüm makinesiydi. Strigoi bir yaşayan ölüydü, mezarında dinlenirdi, yarasa ya da kurda dönüşüp fark ettirmeden ortada gezinirdi, e zaten artık insan formundaydı; onu ayırt edemezdik ve kanımızı içerdi. Lord Byron, Yunan kültürü ve mitolojisine duyduğu yoğun ilgiyle bu vampir figürünü yanına almış, Cenevre Gölü kıyısında edebiyat çetesiyle yaptığı korku sohbetlerine getirmişti. Buradan da Dünya edebiyat tarihinin çok önemli iki eseri çıktı; Mary Shelley'in Frankenstein'ı ve Polidori'nin Vampir'i. Bunları bir sonraki yazıya bırakıp, devam ediyorum.


Evliya Çelebi'nin seyahatnamesi Arminius Vambery'nin dikkatini çekmişti. Kendisi zamanının ünlü oryantalist ve Türkologuydu. Bram Stoker'a Dracula romanı için danışmanlık yapmıştı. Vambery, Evliya Çelebi'nin Oburlardan bahsettiği seyahatnamesinin ilk basılı versiyonunda önsözü yazmıştı, konuya hakimdi. Tam bir kanıt olmasa da, Obur ve Strigoi mitlerini acımasız Vlad Tepeş'le birleştirip Dracula'nın ana dizaynını yapmış olabilir. Cenevre Gölü Edebiyat Çetesi gibi bunu da bir sonraki yazıya bırakıyorum.


19 yüzyılın muhteşem korku edebiyatı eserlerine geldiğimiz bu noktada duruyorum. Umarım, altı bin yıllık bir geleneğin nasıl bir evrim geçirdiğini gösterebilmişimdir. Bir çok medeniyetin dahil olduğu bu çılgınlık, nihayet elini masum halktan çekip popüler kültürün kurgusal bir varlığına dönüştü. Binlerce yıl süren dizaynı artık çok sağlam duruyor ve diğer kurgusal varlıkların bir çoğuna göre sanat dünyasında önemli bir yer tutuyor. Umuyorum ki, (tabi sadece sanat için) etkisini uzun bir süre daha gösterecek, bizi korkutmaya devam edecektir.


Sevgiler


(*) => Antik Yunan dönemine ait bu kazılarla ilgili bu yazıyı okuyabilirsiniz; Walking Dead and Vengeful Spirits

(**) => Osmanlı dönemindeki vampir geleneğini Osmanlı Vampirleri adlı kitapta okuyabilirsiniz.

Comments


bottom of page