Merhaba,
Bir önceki yazıda John Milton'ın efsanevi eseri Kayıp Cennet'in bir özetini çıkarmış, önemli gördüğümüz kısımlarına değinmiştik. Bu yazıda eserin bu öne çıkan kısımlarını (amatörce) yorumlamaya çalışacağız. Önce Tanrının yerine geçecek oğluyla ilgili bildirim ve yaşadıkları ortama bir bakalım. Cenneti hep ziyaretçilerden dinlemişizdir. Bu gözcüler bize büyük ve ulaşılmaz bir tanrı ve ona mutlak bağlı cinsiyetsiz meleklerden bahseder. Genellikle rüyalarında yaptıkları bu ziyaretler, hayal gücü ve tarihi gerçeklerle birleşmiş olamaz mı?
Zamanı biraz öne sarıp benzer bir ortamı Paleolitik Dönemde görebiliriz. İlkel Dinler Tarihi-3 (Paleolitik Dönem-3) yazısında ele aldığımız, cennet ahalisine benzer bir topluluk vardır. Küçük klanımız, bir lider ve buna mutlak bağlı üyelerden oluşuyordu. Lider dışında kimse üyelerle çiftleşemezdi. Haliyle bu klanı gözleyen birisi (ailenin küçük çocuğu gibi) onları cinsiyetsiz kabul edebilirdi. Vahşi doğa ortasında yaşam mücadelesi veren klanda bu ensest tabusuna karşı çıkmak, kovulmak ve kendi başına çok zor bir hayatı sürdürmek demekti. Haliyle, eğer huzur ve güvenlik istiyorsak, klanın liderine mutlak bir itaat göstermeli, onun ışığı altında cinsiyetimizi ve arzularımızı unutup içi dışı bir, şeffaf varlıklara dönmeliydik. Peki bu mutlu mesut cesur yeni dünyada, lider bir gün göçüp giderse ne olacaktı? Onu gömdükten sonra şahsına karşı hissettiğimiz ambivalan duyguları İlkel Dinler Tarihi-4 (Paleolitik Dönem-4) yazısında ele almıştık. Ölen babadan doğan bir ata kültümüz vardı. Fakat, onun fiziksel boşluğu nasıl dolacak; buna değinmemiştik. Eğer yerine bir varis atanmazsa, klanın güçlü erkekleri arasında bir kavga kopar; eninde sonunda birisi başa geçer ama bu klanı da zayıflatırdı. O yüzden, lider ölmeden varisini belirlerse iyi olacaktır. Onun hükmü ve mutlak iktidarı altında seçilen varis, (eğer aklı varsa) meşruluğunu ölen lidere yani ataya bağlayacaktır. Klan minimal bir sarsıntı sonrası o eski huzurlu, sakin ve sıradan günlerine dönecektir. Böylece, miras kavramı da insanlık tarihindeki yerini almış olur. Miras, totem, tabu ve kefaretle beraber kadim medeniyet hukukumuzun temelidir.
İşte, John Milton bu ortak tarihi Hıristiyan inancı çerçevesinde işler ve klanın yasasını cennete oturtur. Haksız da değildir, kendi cennetinden kovulan (yani büyüyüp saflığını ve masumiyetini kaybeden) her birey o sakin, huzurlu günleri hatırlayıp, evet cennet böyle bir yer olmalıdır diyecektir. Dünya genelinde binlerce yıldır defalarca tekrarlanan bu hikayede, bu sefer bir çatlak oluşur. Baba, mirasını kimin devralacağını söyleyince, küçük oğul buna karşı çıkar. Kendisi aslında klanı sırtlayıp götürendir, beceriklidir, akıllıdır, görkemlidir; o koltuğu hak edendir. Fakat, teamüller gereği büyük oğlanın bu işi alması gerekir; bizim oğlan hiç gelmeyecek sırasını beklemelidir. Fakat, mantığını takip eden ay parçası küçük oğlan buna isyan eder. Klan içinde kopan savaşı kaybedince de vahşi doğa içinde (ve aklındaki) cehennemine düşer.
Klan hayatını tecrübe eden herkesin kolayca kabul edeceği bu ortak hikayeyi biraz daha ileriye saralım. Tanrı, Lucifer ve yandaşlarını cennetten kovaladıktan sonra boşluğu doldurmak için bir nevi çiftlik gibi kurduğu Dünyaya çoban olarak oğlunu gönderip, ondan cennette kabul edilebilecek iyi insanlar yetiştirmesini ister. Bunun nihai kararı kıyamet (veya mezbaha) gününde verilecektir. Bunun için gereken işlemler yerine getirilirken, o artık kenara çekileceğini bildirip şunları söyler;
"Benim gücüm sınırsız olmasına karşın artık geri çekileceğim, artık iyilik yapmayacağım, ihtiyaç ve şans bana yaklaşmasın artık ve benim yapacağım kader olsun."
İşte, John Milton burada bize onun kötülük hakkında nihai kararını bildirir. Tanrı her şeye gücü yetendir, ama artık iyi değildir. Bunun sebebi de Dünyada insanların sınanması ve çekecekleri bütün acı ve ıstıraba rağmen inancı sağlam duranların ayrılmasıdır; bir nevi toplumsal bir rafinasyon süreci başlamıştır.
Lucifer, bu süreci görüp daha başlamadan insan soyunun köküne kibrit suyu dökmek ister. Cennete geçip, Adem'le Havva'yı tepe taklak edecek, Tanrının planını bozacaktır. Cehennemden çıkıp bunları yapmak için geldiği kapıda onu Sin (Günah) ve Ölüm karşılamıştı. Günahın doğum hikayesi Athena'nın Zeus'tan doğumuna çok benzerdi. Burada güzel bir pagan kötülemesi okuyoruz. Bunun yanında, cennette olmayacak bir çiftleşmeyi de görüyoruz. Aslında, Lucifer'dan doğan Sin ve onların birleşmesiyle ortaya çıkan Ölüm, bize ata kültünün sırtını dayadığı ensest tabusunun sonuçlarını gösteriyor. Eğer, klanda birisiyle beraber olursanız, çocuklarını öldürülür, siz de belki kovulur ama yüksek olasılıkla öldürülürsünüz. İşte bunu yerine getirmeyenler Cehennem kapısında ıstırap içinde birbirlerine tecavüz edip, yer bitirirler. Hikayenin bu kısmı biraz da Lilith kültünü hatırlatıyor. Cennetten kovulduktan sonra, Mezopotamya çöllerinde şeytan cinlerle çiftleşen ama doğan çocuklarını cennetin meleklerinin düzenli katlettiği korkunç kadının hikayesi. Hepsini bir araya toplarsak; kadim ensest tabusuna bağlı ilk günah ve onun eseri canavarlar, pagan inanışların panteonlarıyla birleşip bizi cehennemde karşılıyorlar.
Cennetteki yasak meyve olayına geçelim. Buradaki efsaneyi biraz spekülasyonla, fiziksel bir zemine oturtabiliriz. Ağaçtan düşen meyveler, çürüme başlamadan belli ölçüde fermantasyona maruz kalırlar. Yabani mayaların meyve içindeki şekeri tüketimi sonucu ortaya çıkan alkol, meyvenin içine yayılır; bira ölçeğinde, meyve sıvısının yaklaşık %3-5 arası alkolle dolmasını sağlar. Bu meyvelerden yiyen atamızın, kafasının dumanlanması, bilgi ağacının meyvesini yediği için aydınlanmış olması çok makul ve olasıdır. İşte bu kendinden geçme, fiziksel sınırlarını aşıp kozmik enerjiyle bir olma hissi, onu "bilmeye" götürür. Fakat, sınırları aşıp meyvelerden yedikçe yerse, doğal yaşam onu affetmez. Gevşeyen sinirleri ve duyuları, av olmasına sebep olabilir. Paleolitik atamızın bunun kaynağını bilgi ağacının yasak meyvesinde görmesi çok doğaldır. Ha, bir de bu ağaca yanaşıp yenen meyveler, e tabi biraz da kızıştırır insanı. Klan üyesi erkek ve kız kardeşler, meyveleri şapırdattıktan sonra, yükselen ateşleriyle ağacın dibinde birbirlerine sahip olabilirler. Klan standartlarına tamamen aykırı bu davranışların ayıplanması, hatta birlikten atılması gerekir. Yoksa, gelen giden ağacın meyvelerine sarıp, hem klanın bekasını, hem de liderin iktidarını zor duruma sokabilirler. Yabani mayanın bol bulunduğu veya çatlamış kabuğundan şekerli özüne rahat ulaşacağı meyvelerin olduğu ağaçların yasaklı sayılması bir zorunluluktur. Dünyanın neredeyse her yerinde bulunacak bu tip ağaçların "Bilgi Ağacı" adı altında toplanıp bir tabuya dönüşmesi ve cennetten kovulmanın merkezine konulmasını, bu amatör spekülasyonumla, doğal kabul edebiliriz.
Kayıp Cennet'te yasak meyvenin yenmesi sonrası Adem ve Havva'nın kapıldığı paniği hatırlayalım. Havva, ne yapacağını bilmez, eli ayağına dolaşmış bir halde kader ortağı Adem'e yalvarırken, o erkekliğin bütün ihtişamını ortaya koymuştu; tarihin ilk satışını yapıp Havva'yı orta yerde bıraktı. Bu işte tek suçlu Havva'ydı, kendisinin ise olan bitende bir kabahati yoktu; o mağdurdu. Halbuki Havva onun kaburgasından yaratılmıştı, aslında özleri bir olmalıydı. Ama bunun da kılıfı hazırdı; o Adem'e göre eksikti, zayıftı. Halbuki aynı kaynaklar, Adem'in ilk eşinin kendisine denk olarak yaratıldığını söyler. Ama Lilith, yani Adem'in ilk eşi ona öyle kafa tutar ki, cennetten ilk kovulan olarak tarihe geçer. Belki, Lucifer bile ondan sonra gelmiştir, burası biraz karışık. Neyse, peki Havva neden Adem'e göre eksikti? Neden onun kaburgasından yaratılmıştı?
Muazzez İlmiye Çığ, bu inanışın kökenini Sümerlere kadar sürer. Kendisinin ele alışıyla Sümer mitini paylaşıyorum;
"Sumer'de, Dilmun adından, saf, temiz, parlak Tanrıların yaşadığı bir ülke var. Hastalık ve ölüm bilmeyen yaşam ülkesi. Fakat orada su yok. Su Tanrısı, Güneş Tanrısına yerden su çıkararak orasının tatlı su ile doldurmasını söylüyor. Güneş Tanrısı söyleneni yapıyor. Böylece Dilmun meyve bahçeleri, tarlaları ve çayırları ile Tanrıların bahçesi haline geliyor. Bu cennet bahçesinde Yer Tanrıçası sekiz bitki yetiştiriyor. Bu ağaçlar meyvelenince Bilgelik Tanrısı Enki her birinden tadıyor. Buna Yer Tanrıçası çok kızıyor, tanrıyı ölümle lanetleyerek ortadan yok oluyor. Bilgelik Tanrısı çok ağır hastalanıyor. Diğer Tanrılar büyük güçlüklerle Yer Tanrıçasını bularak Bilgelik Tanrısını iyi etmesi için yalvarıyorlar. Tanrıça, Tanrının sekiz bitkiye karşı hasta olan sekiz organı için birer Tanrı yaratıyor. İlginç olan, yaratılan Tanrılardan beşi Tanrıça (bu doktorlukta ilk uzmanlaşmayı da göstermesi bakımından önemli). Hasta olan organlardan biri kaburga. Onu iyi eden Tanrıçanın adı, "kaburganın hanımı" anlamına gelen Ninti'dir. Bu kelimede Nin hanım, ti kaburgadır. Ti'nin bir anlamı da hayattır. Eğer ikinci anlamıyla tercüme edersek Tanrıçanın adı "hayatın hanımı" olur. Bu hikaye Tevrat'ta da var: (Tekvin 2:5-23.)"
İnsanın kemik yapısına bakarsak, sadece bir bölgede "sanki" eksiği görürüz; kaburga yapısının son kısmında bir eksik vardır. Omurgadan çıkan kemikler diğerleri gibi göğüs kafesini sarmaz. Bu eksiğin nasıl bir sebebi olabilir? Evrimsel veya fizyolojik açıdan verebileceğim bir cevabım yok. Ama yine spekülatif açıdan ele alırsak, bunu Ata Kültünün, Ana Kültü üstündeki hegemonyasında yorumlayabiliriz. İlkel Dinler Tarihi - 8 (Mezopotamya-Kültün Tanrıçaya Evrimi) yazısında gördüğümüz gibi Ana Kültünün muazzam geçmiş, oluşturduğu kültür ve aşkın iktidarı yıkılacak gibi değildi. Bunun önüne geçip, yerini Ata Kültüne bırakması için ona çok ciddi "Sosyal Mühendislik" uygulanmalıydı. Tabi başlangıç noktası önemliydi. Doğurganlığa, doğayla bütünlüğe ve aşkınlığa sahip bu varlığı Ata Kültü nasıl alt edebilirdi? Tek yolu, onun kendisinden geldiğini iddia etmesiydi. Sami kültür bunun üzerine inşa edildi. O, yukarıdaki mitten savrulmuş haliyle, Adem'in kaburgasından yaratılmıştı. Haliyle Adem'in soyundan gelen bütün erkek ve kadınların kaburga serisinin sonunda bir eksik vardı. İnsanın "mükemmel" varlığındaki bu eksiğin kaynağı ilk erkeğin (yani Adem'in) kaburgasından yaratılmış, görece zayıf kadındı. Bu coşkun "itibar suikasti" ile beraber Ana Kültü ikinci plana itilecek ve esasın erkek olduğu gösterilecekti.
Mitin diğer kısmına bakalım; Bilgelik Tanrısı Enki, her bir şeyi bilmesine rağmen, bu ağaçlarda yediği meyvelerin kendisini hasta edeceğini bilmediği için bu duruma düşüyor ve Sümer mitlerinin klasiği, Panteonu yardımına çağırıp bu işin çözülmesini istiyor. Bu bilgelik tanrısı sanki bir şaman ve tanımadığı bir ağaçtan yediği, olası fermente meyvelerle akşamdan kalma gibi değil midir? Aranızda içtiği ilk birayla nasıl kendinden geçtiğini ve hatta bir iki tane daha içip sonraki günü nasıl rezil ettiğini hatırlayanlar var mı? Ben benimkileri anlata anlata bitiremem. Tabi, bizim ne yaşadığımızı bilenler olduğu için, basit bir akşamdan kalmalık, bizde bir aşkınlık yaratmamıştı; sodaya limon sıkıp, ılık bir duş ve istirahatle sorun çözülüyordu. Ama saf, masum atalarımız böyle bir duruma (sınırlı olsa da) ulaştıklarında bunu nasıl yorumlamış, daha da coşkunu bunu nasıl içselleştirip aşkın bir hikayeye çevirmişti? Geçmiş yazılarda Sümerlerin Şaman kökenlerini defalarca sorgulamıştık. Bu kadim medeniyet, her ne kadar varlığımızın temeli olan alkolü tam olarak anlamasa da (ki bu konuda ayrı bir yazı dizisi yapacağız), onun üstüne örttüğü aşkınlığı bize bambaşka bir hiyerofani ile anlatmış olabilir mi? İşte John Milton, bilmeden veya daha da korkuncu bilerek, bu sorulara cevap vermek için Adem ve Havva'nın hikayesini olabildiğine masum bir platforma çekip bize anlatmıştı.
Peki bu olup biten sonucu Lucifer'e ne oldu? Eh tabi ki, her ne kadar planını hayata geçirmiş olsa da, Tanrı onu cezalandırdı. Bilin bakalım nasıl; tabi ki en temel korkumuza büründürerek; o ve ordusunu yılana dönüştürmüştü. Fakat bu aşı tutmadı. Lucifer devrimci kimliğiyle bu algı operasyonundan, bu itibar suikastinden sıyrılmayı başardı. Onun yükselişine gelmeden biz biraz daha Yeni ve Yakın Çağ edebiyatına, düşünürlerine kulak vermeliyiz. Gelecek yazı da efsanevi hikayeye, Faust'un seçimine bakıyoruz.
Saygılar
Comments