Merhaba,
Kötülüğün kökenlerine dair incelememizi Antik Mısır Uygarlığı'nda devam ediyoruz. Mezopotamya'da kötülüğü iki farklı yerde ele almıştık; aşkın kötülük, yani tanrıların gizli kontrolündeki kötü ruhlar ve iktidar propagandasına bağlı insani kötülük; istila ve sefer ekonomisine bağlı iktidar hırsı. Mısır'da bunlara bir yenisi daha ekleniyor; kavramsal (veya kozmolojik) kötülük. Önce bununla başlayıp, yine insan psikolojisine döneceğiz.
İlkel Dinler Tarihi-12 (Mısır Mitolojisi) yazısında gördüğümüz gibi Antik Mısır inancında iyilik ve kötülük iki kozmolojik varlığa bağlanmıştı. İyilik kendisine Maat'da vücut bulurken, başımıza gelen her türlü kötülüğün kaynağı İsfet'di. Ama bu ikisinin bir hikayesi yoktu. Yani, İsfet’in insanlara neden eziyet ettiğini bilmiyorduk. O dönem insanını derinden etkileyen kuraklık, salgın, doğal afet gibi şeyleri İsfet'in musallat ettiğine inanıyorlardı, ama neyin intikamını aldığını bilmiyorlardı. Ayrıca, kendisine bir tapınma ritüeli de olmadığı için, öfkesini dindirmenin bir yolu da yoktu. İnsanların temel inancı, sınanmalarıydı. Yine aynı yazıda gördüğümüz gibi, bu sınanma esnasında irade gösterip temel günahları işlemezse, ölüm sonrası hayatı arzuladığı gibi oluyor; olmazsa yokluğun içine düşüyordu.
Spekülasyon olarak; belki de şeytanın insanı ayartması hikayesi kökenini buraya bağlayabiliriz. İleride bol bol göreceğimiz gibi, tanrıyla yaptığı anlaşma doğrultusunda insanlığı sınıyor ve sınıfta kalanları cehennemine çekiyordu. Antik Mısır'da ölüm sonrası yaşamda cezalandırmanın karşılığı insanın yokluğa düşmesiydi.
Tam burada toparlarsak; İsfet bir şeytandı ve insanları kendi yokluğuna çekerek, Maat'a karşı kadim mücadelesini yürütüyordu. Buraya kadar güzel, ama niye böyle bir mücadeleye girişmişlerdi? Ne kazanacaklardı? Bu sorular o dönemde yeterince yaratıcı birisi tarafından cevaplanmadığı için, yukarıdaki tez sadece gönüllerde kendisine yer bulabilirdi. Zaten öyle de oldu, bir süre sonra kimse Maat'ı dinlemedi.
İşte o noktada Ra araya girip, her antik uygarlıkta olduğu gibi insanlığı sıfırlama, fabrika ayarlarına döndürme kararı aldı. Yönetim kurulunu toplayıp, gündeme insanlığın sonu maddesini koydu. Yapılan görüşmeler sonrasında bu görevi Savaş Tanrıçası Hathor'a verdi. Mezopotamya'daki Nergal veya Erra'nın eşdeğeri, Ra'nın sağ kolu, çöl aslanı Hathor derhal harekete geçti. İlk gün yoğun bir katliam düzenledi ve sonucu Ra'ya sundu. Fakat, tam olarak bilinmeyen bir sebeple, Ra yıkımdan vazgeçmişti. Hathor'u durdurmaya çalıştı ama savaş makinesi harekete geçmişti, önüne geleni öğütüyordu. Onu durdurmak için kırmızı mineraller toplatıp, bunları öğüttürdü. Daha sonra, binlerce kavanoz bira yaptırdı ve bu kırmızı toz içine karıştırıldı. Karışım Hathor'un geleceği yola döküldü. Gaddar savaş tanrıçası kan sandığı birayı içip sarhoş oldu. Ra, güçten düşen Hathor'u Mısır'dan uzaklaştırdı ve insanlığı kurtardı. Kötülükle eşleştirmeye çalıştığımız bu tanrıçanın alkolle durdurulması biraz şüphe uyandırıyor. Sanki, istilaya kalkan bir kabilenin sarhoş oldukları bir gece baskınla püskürtülmesi gibi bilindik bir hikayeden çıkmış gibi. Haliyle, Hathor'a kötülüğün anası yakıştırmasını yapma şansımız pek kalmıyor.
Peki kötülük neredeydi? Kaynağı neydi? Gelin biz zor zamanlarda yazılan bir belgeye bakalım; aynı Mezopotamya'daki gibi; kötülüğün asıl kaynağını insanlıkta arayalım. Bu metin, Antik Mısır'da siyasi krizlerin yaşandığı bir dönemde, umutsuzluğa kapılmış bir adamla kendi ruhu (ba) arasında geçen bir konuşmadır. Adı da İntihar Üzerine Tartışma'dır. Adam ruhunu intiharın gerekliliğine ikna etmeye çalışır;
Bugün kiminle konuşabilirim ben? Kardeşler kötü, dünün yoldaşları sevmez olmuş birbirini...
Kalplerin gözü doymuyor: herkes komşusunun malına el koyuyor...
Doğru insan kalmamış. Ülke haksızlık tarlalarını sürenlere terk edilmiş...
Toprağın üzerinde sinsi sinsi dolaşan günahın sonu yok.
Bu dertlere karşı ruhuna ölümü öneriyor;
Ölüm bugün benim önümde hastanın beklediği derman gibi...
Mersin ağacı baharı gibi... Nilüfer çiçeklerinin ıtırı gibi...
Yağmurdan sonra tarlaların kokusu gibi...
Yıllar süren bir esaretin ardından bir adamın duyduğu yakıcı sıla hasreti gibi...
Ruhu, intihar ederse gömülmeyeceği, cenaze töreni olmayacağını söyler. Adam buna rağmen vazgeçmeyince, bu depresif havadan çıkması için tensel zevklere yönelmesini önerir. Fakat, adamda umutsuzluğun çok güçlü olduğunu görünce pes eder; intihar etse bile onunla kalmaya devam edecektir.
Mezopotamya'da gördüğümüze benzer bir şekilde, Antik Mısır uygarlığında da insanlar kötülüğü sadece aşkın varlıklarla eşleştirmiyor, insanın bünyesindeki karanlığı görebiliyordu. Hatta bununla da kalmıyor, insanda yer eden kötülüğü tanrıların bile çözemeyeceğini düşünüp, Dünyayı yaşanmaz kabul edip intihara kalkışıyordu. İlginç olan, bu siyasi çalkantılar çözülüp, birlik sağlandıktan ve refah geri döndükten çok sonra bile bu metin okunmaya devam etmiş. Dini inanışlarının aksine intihara özendiren böyle bir metnin varlığını koruyabilmesini iki yere bağlayabiliriz; edebi gücü ve insan odaklı bir inanışın filizlenmesi. Her ikisi de, toplumun kötülükle ilgili anlatılanları yutmadığını, ona yeni bir kimlik bulmaktansa insan odaklı yeni bir fikrin, aydınlanmanın gerekliliğini (en azından hissettiklerini) gösterir. Aydınlanma için çok erkendi, daha çok kan dökülmesi ve acının yaşanması gerekiyordu. Ama yukarıdaki metne tekrar dönersek; bir kere kötülüğün asıl kaynağının insanın içinde yattığı anlaşılmıştı. Sorun tespit edilmiş ve bundan kurtulmak isteyenler yaşamdan kaçıp ölüme sığınıyorlardı. Antik Mısır'da ikinci bir hayat olan ölüm aslında yaşadığı yeri, ülkeyi terk edip bu kötülüğün var olmadığı başka bir yerde, yeni bir şans demekti.
Gelecek yazıda, Antik Yunan uygarlığına geçip şu ana kadar üstünde durduğumuz kötülük unsurlarını bir de onların gözünden ele alacağız.
Saygılar
Comments