top of page

Kötülüğün Tarihi - 22 (Romantik Şeytan-2)

Merhaba,


Aşkın şeytanın köküne kibrit suyunu döktükten sonra ardında gizlenen asıl kötüye döndük. Onu, insan psikolojisini derinden anlamış büyük yazarlardan okuyacağız. Önce Dostoyevski'nin şeytanlarını izleyecek ve insanın neden bu kadar kötü olabileceğini anlamaya çalışacağız. Daha sonra usta yazar Jack London'ın yaktığı ateşi izleyip “gerçek vahşetin çağrısı”nı dinleyeceğiz.


Dostoyevski'nin olgunluk dönemi eserlerinde, karakterler tam olarak iyi ve kötü değildir. Kişiliklerinde iyi ve kötü yönler vardır ve bunların arasındaki mücadele asla bitmez. Örneğin Suç ve Ceza'da Raskolnikov tefeci kadını ve kardeşini öldürdüğünde, sözde iyi sebeplerle bunu yaptığına inanmıştır fakat vicdanı sonradan ağır basar. Suçunu itiraf etmekle kalmaz, ayrıca uzun süre eziyet ettiği Sonya'dan da af dilemek, sevgisini sunmak için ayaklarına kapanır. Sevgi, içindeki kötülüğü (şimdilik) yener ve o yeni bir hayata başlar. Bunun hakkında Dostoyevski-2 (Dünyayı Güzellik Kurtaracak) yazısında konuşmuştuk.


Raskolnikov'a göre daha kötüye meyilli karakterleri Ecinniler'de buluruz. Yazar, Ecinniler'e başladığında bu kitabı aslında içi boş siyasi hedefler peşinde koşan insanlar için yazmayı planlamıştı. Fakat, zaman içinde bu grubun içinde yükselen kötülüğü öne çıkartıp, siyasi konuları geri planda bıraktı. Gelin bu içi bomboş ecinnilere bir bakalım.


İlk önemli karakter Pyotr Verkovenski'dir. İlgisiz ve sorumsuz babası yüzünden hayatı oraya buraya savrulmuş, sevgisiz büyümüş bu asi genç Dünya yansın ister. Mevcut toplumsal yapıyı yok edip, ahlaksız ve zevk düşkünü bir ortamın insanlık için daha iyi olacağını düşünür ve sırf eziyet olsun diye etrafa zarar verir. Yok ederek, yıkarak, dökerek içindeki boşluğu kapatacağına inanır ama kitabın diğer önemli karakterine yalvarışları, aslında (kendisine bile itiraf edemediği) asıl arzusunu ortaya çıkarır; sevgi ve ilgiye muhtaçtır.


Bu yıkıcı "kötü"ye göre daha tehlikelisi, esas oğlan Nikolay Stavrogin'dir. Dış görünümü iyidir, karizmatik ve yakışıklıdır. İnsanlar etrafında pervane olurken, o içindeki güce tapan, kendine yeterliği hedef almış, bağımsız bir karakterdir. İyi rol yaptığı için belli olmayan karakterinin özünde bencillik, kibir ve küçük görme vardır. Verkovenski gibi yakıp yıkmaz, ama ona göre daha büyük suçlar işler. En önemlisi, kitabın son bölümünde yer alan ve uzun süre sansüre maruz kalan pedofili hikayesidir. Bir süre yanlarında yaşadığı ailenin 12 yaşındaki kızını baştan çıkarıp, onunla beraber olur. Daha sonra çocuk utanç ve suçluluk duygusuna kapılıp kendisini asar. Nikolay, üzülmez bile; kötücül karakteri yoluna devam eder.


Çevresinde pervane o kadar güzel kıza rağmen, beklenmedik bir şekilde, kötürüm ve zeka geriliği olan bir kadınla evlenir. Bunu (kendince) küçük kıza yaptıklarının bedeli olarak görür. Ama bundan öte güdülere sahiptir; bu kabul edilmez birliktelikle toplumun temel değerlerini ve evlilik kurumu hafife aldığını, bağlanmaya olan gereksinimle alay ettiğini göstermek ister. Daha ötesinde başka bir hedefi daha vardır; böyle bir evliliğin sonunda nasıl bir sonuca ulaşacağını merak etmiştir. Onun için yaşam anlamsızdır, içi boştur; bunu da onun değerlerini küçümseyerek gösterir. Hikayenin sonunda bütün bu yaptıklarını bir rahibe anlatır; ama burada da amacı günah çıkartmak değildir. İnanca ve ona bağlı kurumlara da kinini kusmak istemiştir. Sonunda uğraşacağı bir şey kalmadığını görür ve kendini asar.


Karamazov Kardeşler'de olay daha derin bir boyut kazanır. Ailenin dramını bir kenara bırakalım, kardeşlerden Ivan bizi kötülüğün kaynağıyla ve gerçek şeytanla tanıştırır. Ivan, dindar kardeşi Alyoşa ile yaptığı tartışmalarda insanların işkence ve eziyetlerinden bahseder. Bunun için gazete haberlerinden örnekler verir. Gündelik yaşam içine serpiştirilmiş bu acılar tarifsizdir. Dostoyevski dozu arttırmak için özellikle çocuklara yapılanlar üstüne Ivan'ı konuşturur. Altına kaçırdığı için beş yaşındaki kızlarını buz gibi soğukta evin dışındaki tuvalete kilitleyen aileyi anlatır. Küçük kızcağız acı ve korkuyla kapıyı yumruklamış, merhamet dilemiş; ama kimse gelmeyince yere büzüşüp karanlığın içinde hıçkırıklar ve inlemelerle geceyi geçirmiştir.


Başka bir öyküde, Balkanların çalkantılı coğrafyasında Bulgar köylerini basan Türk'lerin özellikle annelerin önünde çocuklarına eziyetini anlatır. Küçük bir bebeğin etrafını saran Türkler onunla oynamaya başlar. Bebeği neşelendirir, güldürürler. Sonra, aralarından birisi tabancasını çeker. Bebek bunu da bir oyun sanıp o tarafa meyillenir, minicik ellerini uzatıp silahı almak ister. Bizim haydut tetiği çekip bebeğin beynini dağıtır. Annenin ıstırabını görmekten keyif alır.


Bu gibi anlattığı hikayelerle insanın özündeki kötülüğü işaret eder. Yadsınamaz bu gerçeğin tedavisi olmadığını, çünkü bunun bir seçim olduğunu ifade eder. Eğer bir şeytan yoksa ve onu insan yaratmışsa, kendi imgesinden, kendi suretinden yaratmıştır. Bu Dünyada merhamete ve iyiliğe yer kalmamıştır. Bunu da kendisinin yazdığı, İsa'nın 16. yy'da tekrar Dünya'ya gelişi ve Sevilla'da kilisenin başı bir kardinalle olan konuşmasıyla somutlaştırır. Kendi kurguladığı bu hikayede kardinal İsa'nın derhal Dünyayı terk etmesini ister. Artık ona ihtiyaç yoktur; o gerekeni yapıp dinin önünü açmıştır, ama toplumun inanç ve ibadetlerini yönetmek kilisenin sorumluluğudur. İnsanlık sevgi ve özgürlük istememektedir. Onun yerine otoriteyi tercih ederler; korunmak ve güdülmek esastır.


Hikaye bir taraftan akarken Ivan'ın buhranları da artmaya başlar. Sonunda kendisini bir odada oturmuş, insan kılığına girmiş şeytanla sohbet ederken bulur. İyi giyimli, nazik ve yaşlı bir beyefendi kılığındadır. Şeytan Ivan'a, kendisine düşmüş bir melek dendiğini, cehennemde yaşadığının zannedildiğini anlatır. Fakat, bunlar doğru değildir; o eğer gerçekten düştüyse insanın beynine düşmüştür. Cehennem bizim beynimizdedir, kabuslarımızın ardına gizlenmiştir. Korkularımız ahlakı bastırır, vicdanı köreltir. Dürtülerimiz kontrolümüzü elimizden alır ve beynimize hükmeder. Kötülüğün çeşit çeşit versiyonu oradan adeta fışkırır. Kendimizden zayıf olana saldırır, onun acı duyacağını bilerek eziyet ederiz. Bu düşünce gücü toplumsal bir eyleme de döner. Anlamsız ve sahte hayallere kapılmış iktidar sahipleri ya komşu ülkeleri ya da kendi halklarını katleder. Bunları Totaliter Ütopyalar yazı dizisinde tartışıyoruz.


Dostoyevski, kötülüğün kaynağını gösterir ama şu soruya cevap vermez; neden içimizde böyle bir dürtü var? Kötülük hep mi oradaydı? Bir başlangıcı yok mu? Doğa da neden bunu görmüyoruz? Aslında görüyoruz, ama doğal kelimesi altına onu yerleştirip rafa kaldırıyoruz. Bir erkek aslan, çiftleşmek istediği dişi aslanın yavrularını birer birer öldürür. Dişi aslan o gece ölen yavruların yasını tutar, ama sonraki gün erkekle çiftleşir. Olan yavrularıdır; onları öldüren erkek aslan kötü müdür? Yada yavrularını öldüren adamla çiftleşen kadın? Bilerek insana atfedilen cinsiyet kelimelerini kullandım. Eğer aslan nezdinde tartışmaya devam edersek, "doğal" kelimesinin altında kalabiliriz. Fakat, eylemi insani kelimeler ekleyip onu bizim tarafa çekersek; evet, bunu yapanları kötü olarak (rahatlıkla) kabul ederiz. Aslında insanların kendilerinden zayıflara çektirdiklerinin büyük bir kısmı dolaylı eylemlerdir. Yani asıl amaç karşı tarafın acı çekmesi, ızdırap içinde kalması değildir. Yukarıdaki aslanın hikayesindeki gibi başka bir amaç, dürtü veya arzuyla hareket eder; yan etkisi de karşı tarafın yıkımı olur. Yine de bilinçli bir varlık olan insan bunun farkındadır ama karşı tarafa karşı hiçbir şekilde merhamet, empati veya sempati beslemediği ve evrensel ahlak kriterlerini hiçbir şekilde kabul etmediği için yoluna devam eder. Aralarında en dürüstü, verdiği zarara karşı, kendisine de aynısı yapıldığı serinkanlı kalıp, sadece yapana bunu ödetecek şekilde hareket edendir. Kendince belirlediği bir doğa kanunu, yaşam anlayışı vardır ve buna göre var olmak için her şey mubahtır.


Bu yaklaşımın güzel bir örneğini bize Jack London sunar. Deniz Kurdu romanının efsanevi anti-kahramanı Wolf Larsen, yukarıda çizmeye çalıştığım prototipin en üst mertebesindedir. Güçlü kuvvetli, boylu poslu ve korkusuzdur. Zeki bir adamdır, ama çocuk yaşta gemilere kamarot olarak verilmiş, okutulmamış; daha sonra, kendi imkanlarıyla bir çok şeyi öğrenmiş, hatta bununla da kalmayıp büyük şairleri ve filozofları bile anlayacak kıvama gelmiştir. Matematik ve coğrafyaya ilgisi sayesinde denizcilerin okyanusta konumlarını tespit edebilmeleri için yeni bir aygıt tasarlamıştır. Fakat yaşadığı ortam bu entelektüel birikime çok terstir. Fok avına çıkan uskunası aslında Dünyada kalmış tek vahşi yerdir. Denizcilerin doğası çok serttir; aralarında sevecenlik, merhamet, ahlak gibi şeyler bulunmaz. Hedef fokların derisidir ama buna giden yolda yaşamın sadece bireysel önemi vardır. Açık denizde, bitmek bilmez seyirlerde aralarında bol bol kavga çıkar. Yaralananlar, hatta ölenler olur ama kimse umursamaz. Wolf Larsen aralarında en acımasız, en korkulan ve nefret edilendir. Bilerek ve isteyerek ekibine eziyet eder, hatalarını çok ağır cezalandırır. Ama kendisinden intikam alındığında da bunu anlayışla karşılar. Onun felsefesinde yaşam merkez olgudur. Sadece yaşamak için var oluruz ve bu yüzden yaşamımızı sonlandırma ihtimali olan herşeyi yok etmemiz gerekir. Ayrıca bununla da kalmaz; ona göre Dünya sadece ve sadece güçlü olanın yaşam alanıdır. Zayıf olanla işimiz bittiğinde onu yok etmemiz de bir sorun yoktur; bu doğal işleyişin sonucudur. Yaşam bir kan banyosu gibi, vahşet ve dehşetle akar gider.


Bu derbeder ve sorumsuz topluluk, nasıl bu kadar acımasızlaşır? Kader birlikteliği yaptığı insanlara neden eziyet eder? Bunun için iki duygusal durumu bir arada düşünebiliriz. Birincisi, mutlağa yakın bir yalnızlık durumu. Wolf Larsen, kendisine okuma fırsatı verilseydi, Dünyayı kökünden sallayabilecek liderlerden birisi olabilirdi. Onun yerine daha küçücük bir çocukken, tuzlu ve soğuk denizlerin ikliminde balıkçı teknelerde çalıştırılmış, dövülmüş, sövülmüş, aşağılanmıştı. Bir taraftan derisi bu ıstıraba karşı sertleşirken, diğer tarafta meraklı beyni bulabildiği her fırsatta bir şeyleri okumuş, sindirmiş, özümsemişti. Fakat, yaşam şartlarının çetinliğiyle okuduğu kitapların ahlak bekçiliği beyninde çatışmaya başlayınca, kendisini korumak için yeni bir distopik düzen geliştirmişti; hayatın iyi veya kötü olmadığı, özünün sadece yaşamak (yada devinim) olduğu üstüne bir kurgusu vardı. Hiç görmediği için, birlikteliğe, dostluğa ve en önemlisi sevgiye inanmamıştı. Engin denizlerde, uzun yolculuklarında, gündüz ufka, gece yıldızlara bakarken; cahil denizcilerin arasında oradan oraya savrulup kendisine bu düzeni kurmuştu. Yaşadığı yalnızlık ve birey olarak anlamını yitirmesi, kalbini karartıp kendisini dipsiz bir kuyuya çekmişti. Mutlak yalnızlık onu karanlığa itmişti.


Diğer durum ise can sıkıntısıydı. Buna bir önceki yazıda da değinmiştik. Deniz kurdunun durumunda, fırtına veya avlanmanın olmadığı uzun seyirlerde can sıkıntısında başka duygu kalmaz. Uskuna dediğiniz boyuna 25 metre, toplasınız 20 kişilik mürettebatıyla denizde usul usul yol alırken, yapacak çok bir şey yoktur. İşte bu durgunluğa ilaç, sudan bir sebepten ekipteki birine kesilen acımasız cezadır. Vahşet ve dehşet, denizin tekdüzeliğini kırar; parçası olanlar tekrar yaşadıklarını hissederler. Bu da bizi Wolf Larsen'in tezine döndürür; eğer amaç yaşamsa ve yaşamayı istiyorsan, tek şansın kötülüktür.


Peki kötülüğün çözümü yok mudur? Şeytan beynimizde ise (ya da oraya düştüyse) onu çıkarıp atamaz mıyız? Dostoyevski buna bir çözüm üretmez. Ama sevginin onun üstesinden gelebileceğini söyler. Eğer bir tanrı varsa, o sevgiden oluşmuştur. Budala kitabında Mişkin'e söyletir bunu; "Dünyayı güzellik kurtaracak."


Devamını da Sait Faik getirir; "Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey."


Wolf Larsen de, sevginin kazandığını görür ve engin denizde kaybolur gider.


Saygılar


Comentarios


bottom of page