Merhaba,
Yazı dizimizin bu bölümüne kadar incelediğimiz aşkın şeytanı ne yazık ki gömüyor ve helvasını yiyoruz. Kendisi elbirliğiyle tahtından edilmiş ve savunulacak yanı kalmamıştı. Olan biteni bir özetlemeye çalışalım;
· Coğrafi keşifler sayesinde Dünyanın yuvarlak olduğu, biz Avrasya kökenlilerden tamamen farklı bir yoldan gitmiş çok farklı uluslar, kültürler ve inanışlar bulunmuştu.
· Arkeolojik keşifler, anlatılan mitlerin büyük bir kısmının Mısır ve Mezopotamya'dan geldiğini göstermiş, Sami dinlerin evren ve dünyanın yaratımı ile ilgili verdikleri tarihlerin çok öncesine düşen kültürleri tanıtmıştı.
· Evrimsel biyolojinin keşfi, zamanın başından beri aynı olmadığımızı, maymunlarla ortak bir ataya, oradan da tek hücreli canlılara kadar olan yolu çizmişti. Ayrıca, paleolitik ve önceki dönemlere ait keşifler de bunu destekliyordu.
· Astronomiyle ilgili keşifler, Dünyayı evrenin merkezinden almış, Samanyolu galaksisinin unutulmuş bir köşesindeki sıradan bir yıldızın etrafında dönen vasat bir gezegene çevirmişti.
· Yer çekimi kanunun keşfi, bu evrensel sistem ve döngünün belli matematiksel kurallar çerçevesinde olduğunu gösteriyordu. Ayrıca, yıldız ve gezegen hareketlerindeki salınımlar onların mükemmel varlıklar olmadığını haliyle kendilerine aşkın kimlik ve bilincin yüklenemeyeceğini ortaya çıkarmıştı.
· Biyolojideki keşifler, salgınların mikrop ve virüs kökenli olduğunu, aşı ve diğer tedavi yöntemleriyle önüne geçilebileceği; haliyle bu olup bitenin Tanrının veya şeytanın gazabından öte, (çoğunlukla) basit hijyen sorunu olduğunu gösteriyordu.
· Psikolojinin ilerlemesiyle, içimizden gelen seslerin şeytana değil, bizzat bize ve arzularımıza ait olduğu; histeri, delilik ve nevrotik kişiliğin aslında bir hastalık olduğu; cin çarpması gibi saçmalıkların bunların üstünü örttüğü ortaya çıkarılmıştı. Kulağımıza kötülük yapmayı falan fısıldayan yoktu. Incubus, succubus saçmalığın daniskasıydı; tek bir kanıtı bile olmayan bu delilik yüzünden yüzbinlerce masum insan öldürülmüştü. Sara nöbeti geçirenler öbür tarafa (veya şeytanın kontrolüne) geçmiyor, yaşadıkları içsel deneyim hala tam anlaşılmamış bir beyin kısa devresinin sonucu oluyordu.
· Sanayi alanındaki yeni keşiflerle, ekonomi modelleri değişmiş; kapitalist sistemin getirdiği sermaye ve kar odaklı yaşam biçimi, tarihin başından beri gelen aristokrasiyi zayıflatıp yerini yeni değerlere bırakmasını sağlamıştı. Siyasi alanda ortaya atılan yeni fikirlerle, aristokrasi ve tebaası dışında yeni sınıflar ortaya çıkmış, yaşam biçimleri ve beklentiler değişmişti.
· Bunların hepsinin üstüne felsefe yeni bir yola girmişti. Nietzsche başta olmak üzere filozoflar, inanılan Tanrı ve korkulan Şeytanın öldüğünü ilan ediyordu. Bilim, mantık ve teknoloji ışığında yeniden şekillenen toplumsal yapının dinsel inançlar için artık yeni bakış açılarına ihtiyacı vardı.
Aşkın şeytan bu olup bitene daha fazla dayanamayıp buraları terk etti. Kendisi ve onun çevresine sarmalanmış bütün mitler siyasetten uzaklaşıp sanatta çok iyi yerler edindi. Eminim o da kariyerinin bu yeni basamağından dolayı çok mutludur. Kendisi çok izleniyor, okunuyor, yeni formatlarda karşımıza çıkmaya devam ediyor. Onu Korku Edebiyatı serisine bırakıp bizim Kötülüğün Tarihi serisine kaldığımız yerden devam ediyoruz. Kötülüğün yeni efendisine geçişi gelin romantik dönemin büyük yazar ve şairlerinden okuyalım.
İlk ustamız Korku Edebiyatı - 1 (Vampirler) yazısından bildiğimiz Percy Shelley'dir. Diodati Çetesi olarak adlandırdığımız grubun üyesi Percy Shelley, John Milton'ın Kayıp Cennet'indeki Lucifer'a hayranlık duyuyor, onun hakkında şöyle yazıyordu;
İblis karakterinin enerjisi ve görkemi, hiçbir eserde Kayıp Cennet'te olduğundan daha iyi ifade edilemez. Onunla, kötülüğün popüler anlamda kişileştirilmesinin amaçlandığını sanmak hata olur... Milton'un ahlaki bir varlık olarak Şeytan'ı, zorluk ve işkence görmek yerine mükemmel olarak gördüğü bir amacın gerçekleşmesi için büyük bir kararlılıkla direnen Biri olarak, kesin olan zaferinin ona verdiği soğuk bir güven duygusuyla, düşmanından en korkunç biçimde intikam alan Tanrı'sı karşısında, ondan çok daha üstündür... Milton... Tanrı'sının ahlaki yönden Şeytan'ından daha üstün olduğunu öne sürmez. Herhangi bir ahlaki göndermenin kati olarak yok sayılması, Milton'ın üstün dehasının belirgin kanıtıdır.
Percy Shelley, aristokrat Tanrı veya Baba figürüne isyan eden ve onun tabularla çevrili tahtının iradesini reddeden, devrimci ve istenmeyen oğlunun isyanını alkışlar. Eğer kötülüğün kaynağı sorgulanıyorsa, bu ilüzyonun bir kenara bırakılıp önce insanın kendisine bakılmasını önerir. Büyük şair Charles Baudelaire bu görüşü destekler. Kötülüğün Çiçekleri eserinin daha girişinde, Okura adlı şiirinde (belki manifestosunda) gerçeği açık eder;
Günahlarımız inatçı, gevşek tövbemiz;
İç döker, acısını çıkarırız bol bol,
Ve dönerken sevinç verir bize batak yol,
Kirlerimiz pis yaşlarla yıkanır deriz...
Bizi oynatan ipleri Şeytan tutmada!
Öğürtücü şeylerde ne tatlar buluruz;
Leş gibi karanlıkları geçip, korkusuz,
İneriz cehenneme her gün biraz daha...
Ama av köpekleri, çakallar, panterler,
Maymunlar, akbabalar, akrepler, yılanlar,
Tırmanan, böğüren, uluyan, bağıranlar
İçinde, kötülüklerimizin o beter
Ağılından biri var, öyle pis, yaman ki!
Yok büyük çığlıkları, büyük edimleri,
Yok ya istedi mi yakıp yıkar her yeri,
Şöyle bir esnese dünyayı yutar sanki;
Can sıkıntısı o! - Gözü yaşarır birden,
Çubuğunu yakıp kurar darağaçları.
Onu bilirsin, okur, o nazik canavarı,
- İkiyüzlü okur, - benzerim, - kardeşim, sen!
Büyük şairin tanımladığı kötülüğün kaynağı, yani can sıkıntısı çoğumuza anlamsız gelebilir. Ama özellikle toplumsal histerileri dikkatli izlersek, dip katmanlarda (başka birçok sebebin üst üste yığılmasına rağmen) onu hep ama hep görürüz. Stendal, 19 yy'ı tek bir kelimeyle yorumlamak istersek, can sıkıntısını gösterir. Dostoyevski direk bu kelimeyi kullanmaz, ama bitmek bilmez psikolojik çözümlemelerinde bol bol bu unsura rastlarız. Sağ ve sol ütopyalarda (daha doğrusu distopyalarda), rejimi dizayn eden ve ona gönülden inanan küçük bir grubu kenara ayırıp, yeni ulusun düşmanları olarak görülen eski kültürün üyelerini imha eden çoğunluğun hep bu durgunluğa saplanmış insanlardan oluştuğunu görürüz.
Kendilerini ekonomik veya sosyal anlamda gerçekleştirememiş, beklentileri karşılayamamış, kabul edilen başarı kriterlerini yakalayamamış ve bu yüzden umudunu kaybedip yaşarken ölenler; belki daha doğrusu ölmeyi bekleyenlerdir onlar. Sanki çölde veya durgun bir okyanustaki salda zaman ve mekan duygusunu kaybetmişlerdir. Bu kaybolmuş zihinlerin ortak yönü, yani can sıkıntısı onları bir şeye iter. Eğer olasılığı varsa, şiddeti görünce üstüne atlarlar; hala yaşadıklarını hissetmek için. Çünkü adrenalin dolu anlar kan pompalar, basıncı yükseltir, derin nefes alıp öfke dolu söylemlerle haykırmalarını sağlar. Vücuda yayılan haz eşsizdir; karşılarında boğazlanan, acı çeken insana karşı vicdani hiçbir yükümlülük duymazlar. Böylece cadı yakma törenleri, rejim düşmanlarının giyotinle kellelerinin alındığı mitingleri veya aşağılık ırkların ve sınıfların katledildiği kampları kurarlar.
Gelecek yazıda işi ustasına bırakıyoruz. Dostoyevski'nin şeytanlarını okuyacağız.
Saygılar
Comments