Merhaba,
Hayatımızın önemli bir bölümünü ve onun ötesiyle ilgili düşüncelerimizi ikilemler kapsar; sıfır ve bir (veya sonsuz), iyi ve kötü, aydınlık ve karanlık gibi. Bunların arasında hep bir denge vardır, olmalıdır; aksi takdirde gerçeği bilmemek mümkün değildir. Bu son cümlemde bir yazım hatası yok. Daha açık anlatmak için; eğer evrende herşey bir tarafa örneğin aydınlığa doğru gidiyorsa, yani her geçen gün biraz daha ışık altında kalıyorsak, o zaman mutlak gerçek tam bir aydınlık halidir. Karanlık sadece geçici olarak onu örtmüştür. Böyle bir durum gizemi bozar, hayatımızın mistik enerji ve motivasyonunu söndürür. Dengenin kırılması, alıştığımız düzeni (bilinmezliğin de dahil olduğu düzeni) yıkar, huzurumuz kaçar. Oyunun sonunu bilerek, oynamaya devam eder misiniz?
Bu yüzden ikilem bizim için çok önemlidir, onun her gün kendisini tekrar etmesi gerekir; örneğin güneş doğar ve işi bitince karanlık çöker. Bu örnekteki gibi, bu ikililerden her birine eşdeğer sıfat, potansiyel veya özellik bindirmeyiz. Işık karanlığın içinde doğar; ama karanlık doğmaz, onun yerine ışığın üstüne her yerden çöker. O yüzden ışık canlı bir varlık gibi görünür, ama karanlık canlılığı ortadan kaldırmak istermişçesine hareket eder. Bunun aksine, doğada karanlık onu kullanmayı bilene çok önemli avantaj sağlar. Diğer duyuları bir kenara koyarsak, etoburlardan saklanmak için karanlık idealdir. Tam tersi de etoburlar için geçerlidir, çalılar arasında gizlenip pusu atarlar. İnsanoğlu ve öncülleri karanlıktan hem çekinmiş, hem de onda kendi özünü aramıştır. Bunun en iyi örneği ilk sanat eserleri ve/veya dini motiflerin mağaraların ışık geçirmeyen, en derin yerlerine yapılmasıdır. Ya da, ölünün tekrar canlanması için karanlığa, yani toprağa gömülmesidir.
Günümüze gelip bir örnek verelim, güneş gözlüğü takanlara karşı biraz farklı davranırız. Duyguların önemli bir kısmını belirten göz ve etrafını saklayan gözlükler, karşısındakine iddialı bir görünüm sergiler. Duygu ve düşüncesi anlaşılmadığı için bir üst perdeden sesleniyormuş gibidir. Sanki kendine güveni daha yüksektir, duygusal varlığı ortadan kalkmış birisidir; bir Matrix ajanıdır. Ya da, simsiyah bir takım elbise giyen adam. Kesin bir planı vardır, ya da bir felsefesi. Her ne yapıyorsa başarılı olma ihtimali, bize göre daha yüksektir. Bu sıfat ve yakıştırmalar iyidir, cesaretiniz varsa kullanırsınız. Kötüdür; iddia yükseldiği için dişli rakipleri üstüne çeker. Diyorum ya, karanlık çekicidir; dini düşünceler tarihinde, ışık oyunu yapılabilecek her türlü sanat dalında, sosyal katmanlar arasında yolculukta bol bol kullanılır. Ayrıca hırsızın, torbacının, uğursuzun pusu attığı zamandır. Kötülüğün kuzenidir. Shakespeare'nin Macbeth'inden sesleniyor Lady Macbeth;
Gel karanlık gece,
Cehennemin en koyu dumanına bürünerek gel ki
Bıçağım açtığı yarayı görmesin;
Gök de karanlığın örtüsünü aralayıp bakarak,
"Dur! Dur!" diye bağırmasın.
Kötülüğün özünü karanlıkta arayabilir miyiz? Hayır, sadece yakın akraba oldukları için birine bakıp öbürünün ne yaptığını tahmin ederiz. Çünkü, karanlık tek başına pek bir anlam ifade etmez. Uçsuz bucaksız ve bir şekilde ışıksız bir uzaya bakınca göreceğimiz saf karanlık, geçmişimiz olmadan sadece karanlıktır. Ama yukarıda örneklediğim gibi, avcı-toplayıcı zamanımızdan beri karanlıkta gezerken bir anda çalıların arasından üstümüze fırlayan bir büyük kedi, ayağımızdan sokan bir yılan, bebeğimizi çalan bir tilki, kuytu bir sokakta bıçağı sırtımıza dayayan bir hırsız, ırzımıza geçmek için bizi kuytuya çeken bir pislik, sadece ıslığını duyduğumuz bir keskin nişancı mermisi, ışıksız bir hapishane hücresi... İşte bunlar zihnimize toplanınca karanlıkla kötülük arasında bir bağlantı kurulur.
Burada şöyle bir soru geliyor akla; peki kör olanlar ne yapsın? Hep önlerinde bir karanlık, her şey kötü mü onlar için? Bu soruyu biz görenlerin cevaplaması mümkün değildir, çünkü doğuştan kör olanların, bizim karanlık dediğimiz olguyu nasıl algıladıklarını bilmiyoruz. Onlar da bize anlatamıyorlar. Diğer bir konu, eğer karanlık tamamen kötülüğün emrindeyse, neden geceleri mışıl mışıl uyuyoruz? Verebileceğimiz cevap sadece fizyolojik; melatonin hormonunun ışıksız ortamda artması. Kimyamızın bu net duruşuna karşı felsefi bir cevap üretemiyorum. O yüzden bu noktadan sonra karanlık kavramını bir üst perde olarak alacağım. O, ulaşmaya çalıştığımız şeyin yani kötülüğün üstünde bir perdedir. Bunun dışında iyi şeyleri de barındırır, örneklerden gördüğümüz gibi. Karanlığın bizim gözümüzde masumiyetini kaybettiği yer, kötülük beklentisiyle bünyemizde bir korku doğurmasıdır. O zaman esas problem bize hissettirdiği şeydedir, yani korkuda.
Doğaya bakarsanız neredeyse bütün canlılar korkaktır. Normalin dışında duydukları her ses ve görüntü onları korkutur, çok dişli bir etobur veya köpekbalığı gibi korkusuz (duygusuz) bir aptal değilse. Bu biyolojik evrimsel mekanizma, neredeyse bütün hayvanlar aleminde hayatta kalmanın en önemli aygıtıdır, beslenmenin ve üremenin bile önündedir; korkarsa yemeği bırakıp kaçar. Ortak atalarımızı ve Dünya'yı yönetmemizi sağlayacak erki ele geçirinceye kadar yaşadığımız doğal hayatımızı düşünürsek; korku bizim için de olmazsa olmazdır. Çalılar arasından gelen bir çıtırtı, uğursuz bir ses, karanlıkta parlayan bir çift sevimsiz göz; eğer bunlara karşı mücadele edecek bir aracımız yoksa korkmak gereken bir şeydir. Yırtıcıların büyük bir çoğunluğuna karşı fiziksel üstünlüğümüz yoktur. Günümüze dönüp teknoloji ve diğer kazanımlarımızla dönüşen, evrilen hayatımızı düşünürsek; bizi sapa bir yere çekmeye çalışan adamdan, gece karanlığında evimizdeki beklenmedik bir tıkırtıdan korkarız, korkmamız gerekir. Korkunun verdiği güç sayesinde tehlikeyi engelleriz; ya onu ortadan kaldırırız, ya da biz oradan uzaklaşırız. Korktuğumuz için genetik ve bilişsel ürememiz devam edebilir.
Artık bir üçlüyü konuşuyoruz; en derinde yatan duygumuz korku, onun tetiklendiği kötülük olasılığı ve kuzenini gizleyen karanlık. Fakat, kötülük illa bir anlığına olmak zorunda değil. Uzun zamana yayılmış bir kötülükten de bahsedebiliriz; örneğin kölelik. Peki bu tip kötülüklerde korku nerededir? Kötülüğü yapanın elindedir; o bize bunu hissettirir. Köle, çiftlikten kaçmaya kalkarsa ona işkence eder, ailesine zarar verir. Ya da daha yakın zamandan bir örnek verelim; faşist lider iktidarına isyan edeni hapse atıp yavaş yavaş öldürür. Bunların yerine (daha fenası) korkacak bir düşman da yaratabilir. İktidarda olmasının kanıtını (meşruluğunu) bu korku aygıtına bağlar. Statü ve saygınlığını perçinlemek için özellikle elle tutulamayan, cisimleşmeyecek şeyleri seçer; üst akıl ya da karanlık bir lobi gibi. Bunlar (aynı paranoya teoremlerindeki gibi) bir nevi mitolojik varlıklardır. Onlara ulaşamazsınız, ama orada olduklarını bilir ya da daha geçerlisi inanırsınız. İlk örnekleri ilkel din tarihinde geçer; öfkesini dindirmek için tanrılara kurban vermek. Kendi çocuğunu, ilk doğanı kurban etmek; bundan daha büyük bir kötülük olabilir mi? Masum bir çocuk, varlığı ispatlanamayan bir şey için canlı canlı yakılır mı, boğazı kesilir mi? Yapılır tabi, çünkü rahibin ve yönetici zümrenin iktidarı bu korkuya bağlıdır.
Bu son maddeyle beraber dört etti; insanın temel dürtüsü korku, onu tetikleyen kötülük, bunu sömüren ilkel bir inanış/din ve hepsini örten karanlık. Paleolitik dönemden bu yana insanlık tarihini önemli bir yerini işgal eder karanlık. Altında ezilmiş milyonlarca insan, çekilen acılar, cevaplanamayan sorular ya da cezası verilemeyen soykırım ve kurban ayinleri bulunur. Gelişen teknolojiyle daralacağına, en azından yerini koruyan, belki de genişleyerek bütün Dünya'yı örtmeye çalışan bir karanlık.
Sizlerin huzurunda kendime sorduğum soru şu; peki senin derdin nedir bununla? Ya da sana kim musallat etti bu konuyu? Aslında ben oldukça masumum. Şu ana kadar hazırladığım yazı dizileri gibi bir şeyin peşindeydim; korku edebiyatı üzerine bir şeyler yazacaktım. Aklımda biraz Stephen King, biraz Bram Stoker ve belki Mary Shelley gibi adı öne çıkanlar vardı. Ama, Erol Hocam bir gün beni lanetledi. Sadece bunlarla böyle bir şeyi yazamazsın dedi ve önüme arşivini yığdı. Günahım da, Edgar Allen Poe'yu bu seriye katmamaktı. Kendisini (cehaletim kaynaklı) sadece dedektiflik üzerine eserler veren birisi olarak görmemdi. Yoğun bombardımanıyla çöken edebi birikimimi tekrar doldurmak için, başladım okumaya. Birisi öbürünü kovaladı. Büyük ustalardan bulabildiğim (ve takip edebildiğim) kadarını okudum da okudum. Tabi merak da var; korku edebiyatının öncülü kimdir derken bu sefer gotik edebiyata dalmış buldum kendimi. Sonra bunun önünde ne var derken, Goethe, Milton ve Dante gibi büyük dehalarla karşılaştım.
Aşağı yukarı bu dönemlerde ikinci darbe (dürtme) Onur Ataoğlu'ndan geldi. Korku edebiyatını yönlendiren kötülüğün kaynağını ararken, bana Kötülüğün Tarihi serisini önerdi. Kötülüğün tarihini, dinsel düşünceler içinde (özellikle Musevi ve Hristiyan inancında) arayan bu seri, tabi beni daha da meraklandırdı. Korku ve gotik edebiyatın mihenk taşlarını okuduktan sonra kendimi bir anda dinsel inançlar ve düşünceler tarihinde buldum. Günümüzden başlayıp en başa, ilkel din tarihinin başladığını düşündüğümüz Paleolitik Çağ ve şamanizme kadar filmi geri sardım. İki yıldır devam eden okumalarım bu konuda bir amatör olarak düşünce ve derlemelerimi yayınlayacak kadar bilgi ve cesareti bünyeme doldurdu. Her ne kadar okumalarım bitmese de, daha fazla biriktirip yazılamaz hale gelmeden başlamak istiyorum. Önümde (planladığım) 60 yazı var, şu anda. Aşağı yukarı bir yıl sürecek.
Ana konumuz korku ve onun tetiklendiği kötülük. Ama bunları anlayabilmek için bilinmeze bakış açımızın köklerine inmeliyiz, haliyle ilkel dinleri anlamalı ve onların getirdiği yükle özellikle son bin yıl içinde kötülüğe bakışımızı analiz etmeliyiz. Ayrıca bu analiz sonucu, neden korku edebiyatı (ve sineması) diye bir şeyin var olduğunu anlatabilmeliyiz. Son olarak, korku edebiyatının büyük ustaları ve eserleri üstüne bazı sözlerimiz olmalı.
Özetle, karanlıkla ilgili dizi grubunu paylaşıyorum.
Savrulmuş İnançlar
Yakında karanlık dehlizlerde görüşmek üzere.
Sevgiler
Comments