top of page

Kötülüğün Tarihi - 17 (Cadı Çılgınlığı-2)

Merhaba,


Cadıları ve onları neden avlamamız gerektiği hakkında bir önceki yazıda konuşmuştuk. Bu konuda yazılmış en nadide (?) eser Cadı Çekici işin hukuki boyutunu, yetki ve hareket şeklini belirliyordu. Peki bu kutsal görevi kim üstlenecekti? İşte bu noktada yine Ortaçağ ve Yeniçağ tarihinin diğer bir yüz karası oluşum devreye giriyor; Engizisyon Mahkemeleri. Katolik Kilisesi 13 yy'dan itibaren bu uygulamaya geçmişti. Asıl amacı Hristiyan ülkelerde sayısı artan kafirleri ve heretik inanışlarına bağlı kişi ve grupları yok etmekti. Çalışma mantığı basitti;

1) Tüm yetişkinlerin yeminli ifadeleri alınarak, tanıdıkları kafirler hakkında bilgi vermelerinin sağlanması

2) Kafirin itiraf etmesinin sağlanması için mutlaka işkence yapılması

3) Yargılanarak suçlu bulunan kafirin yakılarak öldürülmesi


Bu mahkemelerin başkanlarına engizitör deniyordu. Sınırsız yetkilere sahiptiler. Onları ancak Papa görevden alabilirdi, bu da pratikte pek mümkün değildi; görevlerini yerine getirmediklerine dair çok ciddi kanıtlar gerekiyordu. Bu aşırı yobaz yargıçların yanında, dava tutanaklarını hazırlayan bir katip, onaylayan noter, işkencelerde sanıklar ölmeyip daha fazlasına katlansınlar diye hazır bulunan doktor ve cellat oluyordu. Bir de bu heyetlere yardımcı olan bir istihbarat birliği vardı. Bunlar şehir ve kırsalda gezip, olası kafir, heretik, daha sonrasında cadıları belirliyordu. Her kesimden insan bu gammazcı role başvurabiliyor, genellikle işsiz güçsüz avareler, ezik, toplumdan soyutlanmış tipler ve sadistler öne çıkıyordu. Mahkemede sanığı savunmak imkansıza yakındı. Eğer suçlu bulunursa, avukatı da aynı hükmü giyiyordu. Buradaki en büyük risk işkenceye bağlı itiraftı; sonuç neredeyse kesindi.


Engizisyon davası sanığı "makul derecede" işkence görürdü. Eğer dayanamazsa ölür giderdi; ölmesi mahkemeye göre suçunun kesin kanıtıydı. Yok ölmez dayanırsa, hapse geri gönderilirdi. Bu sırada engizisyon mahkemesi genellikle, yeteri kadar işkence görmediğine hükmedip eziyete devam kararı alırdı. Öyle böyle, sanık suçunu itiraf edinceye kadar süreç devam ederdi. Eğer suçunu kabul edip tövbe ederse, engizisyon onu affedebilirdi. Fakat, bu da pek uygulanmazdı, sonuç aşağı yukarı, daha işin başında belliydi.


Bir önceki yazıda belirttiğimiz gibi engizisyon mahkemelerinin bir numaralı hedefi heretiklerdi. Zamanla bunları yeryüzünden kazıdılar ve daha önemli bir hedefe, cadılara döndüler. Cadı avı, heretik gruplara göre daha kolaydı. Zavallı kadınları çekemeyen komşuları, yüz vermediği için bilenen aşıkları, sırf eziyet olsun diye mimleyen yada şiddete tapan çevre insanı ihbar ediyordu. Suçun tespiti için ağır işkenceyle itiraf dışında başka bir kaç yol daha izleniyordu. İnanışa göre, demonlarla ilişkiye giren kadınların cinsel organların etrafında buna dair bir işaret oluyordu. Bu yüzden engizisyon yargıçları, kadınların vajina çevresini tıraş ettirip, bizzat kendileri böyle bir durumu yokluyordu. Bu sapıkça uygulamayla, vajina çevresinde leke, bere olan kadınlar direk hüküm giyiyorlardı. Bir diğeri sanığın eli kolunun bağlanıp suya bırakılmasıydı. Eğer su üstünde kalırsa, şeytanla bir olduğuna inanılırdı. Bunun sebebi demonların içi hava dolu varlıklar olmasıydı. Cadı onun bir parçasını taşıdığı için hava dolu bir balon gibi su üstünde kalmalıydı. Ha, eğer elbiseleri su çekip onu batırırsa boğulup giderdi. Bu da yine tanrının istenciydi; suyla arınan ruhu özgür kalıyordu. Her halükarda test sonucu hep aynı sonucu veriyordu; sanık suçluydu.


Türlü dalavere ve ıstırap sonucu, dayanamayıp suçunu itiraf eden kadınlara verilen ceza dört türlüydü; ateşte yakılmak, suda boğulmak, toprağa diri diri gömülmek ve asılmak. Bu dört ceza aslında dini bir çerçeveye bürünmüştü. Cadıların nadiren kanı akıtılıyordu. Onların ölümü doğanın temel güçlerine havale edilmiş, tanrının izniyle gerçekleşmesi sağlanıyordu. Böylece toplumun vicdanı temizleniyor, kişinin gerçekten suçlu olduğu ortaya çıkıyordu. Ayrıca şehir meydanındaki gösteriler halkın genel tansiyonunu alıyor, bir nevi Roma zamanı gladyatör gösterileri gibi şiddet meşrulaşıp, türlü yaşam zorluğunda boğulan bu cahil insanların stresini boşaltıyordu.


Her ne kadar oldu-bittiye geliyormuş gibi görünse de yargılama süreci toplum nezdinde çok ciddiye alınıyordu. Bunun iki örneği çok çarpıcıydı; fareler ve tırtıllara açılan iki davamız var.

Fransa'da 1488 yılında görülen bir davada kasabanın fareleri sanıktı. Mahkeme her bir fareye davaya çağırma daveti yazmıştı. Farelerin atanmış avukatı ise buna itiraz etti. Müvekkillerinin çok fazla olduğu, çevre köylere dağıldıklarını ve yer/adres tespitinin pek mümkün olmadığını dile getirdi. Bunun üstüne mahkeme toplu bir davet yayınlayıp kent meydanında okunmasına karar verdi. Azimli avukat buna da itiraz etti. Farelerin kasabadaki kedilerden korktukları için açığa çıkamayacaklarına dair savunmasını sundu. Bunun sonucu dava farelerin gıyabında görüldü ve suçlu kabul edildiler. Her birinin katli vacipti, hüküm otoritenin güvencesi altındaydı.


Diğer bir dava, 1699 yılında açıldı. Auvergne kenti tırtıl istilasıyla karşı karşıya kalmıştı. Parlamento toplanıp, kent mahkemesinden bir inceleme istedi. İncelemeye göre tırtılların suçu sabitti, ağaçlar, sebze, meyve her şeyi kemirmişlerdi. Parlamento bir mahkeme kurulması kararı verdi. Savunmaya atanan avukat konuyu kararlı bir şekilde ele alıp, sanıkların suçsuz olduğunu dile getirdi. Onlar doğaları gereği bunu yapmaktaydı; herhangi bir art niyetleri yoktu. Bu esnada mahkeme heyeti tırtıllara iyice bilenmişti; çünkü küstah böcekler kendilerine gönderilen dava davetine icabet etmemişlerdi. Avukatın savunması yeterli görülmedi, tırtıllar görüldükleri yerde (tutuklanmaları pek mümkün olmadığı için) öldürülmelerine oy birliğiyle karar verildi. Olaydan bi haber tırtıllar çoktan başka bir kasabaya musallat olmaya gitmişlerdi bile.


Görüldüğü gibi hukuk Yeniçağda ciddi bir iştir. Kurulan mahkemeler usule uygun davranır ve hükümlerini adil, somut ve pratik yasalara bağlarlar.


Cadı olmanın sınırları yoktur, bu suçu sadece yetişkinler işlemez. Kayıtlara göre cadılık ergenler hatta çocuklar için bile geçerlidir. Bunun en çarpıcı örneklerinden birisi Salzburg'daki bir davada görülür. 17 yy sonuna doğru görülen bu davada kırk kadar 10-14 yaş arası, on beş kadar da 10 yaş altında çocuk hüküm giymişti. Hatta aralarında iki ve üç yaşında iki çocuk da vardı. Daha doğru düzgün konuşamayan bu çocukların nasıl cadılık suçu işlediği, bunu nasıl icra ettiği şu ana kadar anlattığımız engizisyon sürecinin en travmatik sonucudur.


Cadı avı genel kabulün aksine ortaçağ değil bir yeniçağ suçudur. Tarihçilerin üstünde anlaştığı en kararlı dönem 1430 <> 1780 yılları arasındadır. Bu dönemde başta Almanya olmak üzere birkaç zirve nokta vardır. En karanlık dönemler 1580'ler ve 1626-1630 arasındadır. 18 yy'ın sonuna doğru avların azalması Batı Avrupa'da ekonomik ve bilimsel gelişmelerle toplumsal refahın artmasıyla bağlantılıdır. Hukuki değişiklikler çok sonra gelecekti. Ortaçağ sonunda başlayıp, büyük şehirlerin meydanlarını kanla yıkayan bu cinnet, yavaş yavaş gündemden düşmüş, milliyetçiliğin yükselişi ile yerini yeni düşmanlar almıştı.


Engizisyon mahkemeleri, totaliter ütopyalar için temel örnektir. Kendinden farklı gördüğü herkesi yok etmekten başka bir şey düşünmeyen bu akımların devrim mahkemeleri, engizisyonun usul ve esasını kendisine konu almıştır. Yargılanan insanlar için şahit ifadeleri ve ağır işkence altındaki itiraflar yeterli olmuş, bazen buna bile gerek kalmamış iddianame esas alınıp suç yüklenmiştir. Zaten, engizisyonun bağlı olduğu kilisenin o dönemki duruşu ve iktidarını da tarihteki ilk totaliter ütopya olarak düşünebiliriz. Nasıl Nazilerin aryan ırk miti, Bolşeviklerin işçi miti varsa, Ortaçağ ve Yeniçağ kilisesi için de inananların cennet miti vardı. Bu inananlar için kilise neyin doğru olduğunu, neyle mutlu olacaklarını ve bunun karşılığında ödenecek kefareti belirliyordu. Belirlenen çerçevenin dışında kalan herkesin imha edilmesi gerekiyordu. Bunun meşruluğu için de kilisenin insanlık adına sürdürdüğü mücadelenin baş düşmanı şeytanın kulları esası uygulanıyordu. İşin teorisi Antik Yunan düşünürleriyle başlatılan demonoloji inancıyla şekillenmiş, başta Aziz Augustinus olmak üzere Albertus Magnus ve Aziz Tommaso ile Hristiyan uyarlaması tamamlanmıştı.


Teorisi bir yana, bu çılgınlığın yüzyıllar boyu sürmesini sağlayan asıl unsur işkenceye bağlı sorgulamaydı. Papa IV Innocentius'un 13 yy ortasında verdiği fermanla din düşmanlarının sorgusunda işkence "gerçeğe ulaşmayı" sağlayan "yararlı ve gerekli bir araç" olarak kullanılmaya başlamıştı. Bu, düşünce tarihinde verilen en kötü karar olarak yerini aldı. Engizisyon ortadan kalkıp, kilise çıktığı kuleden indirildikten sonra bu yararlı ve gerekli araç orta yerde, sahipsiz kalmadı; onunla Naziler, Bolşevikler, Kızıl Kmerler devrim düşmanlarına aynı şekilde bol bol suçlarını itiraf ettirdiler.


İnsanlık tarihinin bu en karanlık dönemlerinden birisini daha kapatırken; rezil ve aşağılık mahlukların iftiralarıyla yakılan masum köylü kızları ve kadınları için saygımı ve üzüntümü bildirmek istiyorum. Bu insanlar acıyla kavrulurken, karşılarına geçip eğlenen, onlara ağzından tükürükler saçarak küfreden, lanet yağdırıp bağırıp çağıran zavallı varlıklara karşı da nefretimin asla dinmeyeceğini de ekliyorum. Yazıda bu akıl almaz katliama katkısı olan bazı isimleri verdim; onların suçu aşikardır ama unutulmasın ki bu halkın el ele yürüttüğü bir katliamıdır. Üç beş kişiye indirgenerek toplumun elini yıkayıp meydanı terk edebileceği kadar basitleştirilemez.


Saygılar


留言


bottom of page