Elimizden gelen bütün hazırlıkları yapmış, tedaviye hazırdık. Pazartesi sabahı hastaneye gittik. Önce kan verdik, çünkü beyaz/kırmızı kan hücre sayımı gerekiyor. Eğer miktarları limit altıysa, tedavi yapılmıyor. Daha yolun başında da olsak, protokolü sıkı tutuyorlar.
Sonra en üst kattaki onkoloji birimine geçtik. Mekan büyük, ferah, sessiz bir salondu. Hastalar için gayet rahat televizyon koltukları konulmuştu. Tedavi süresince bize bakan 2 kıdemli, bir stajyer hemşire vardı. Yanlış hatırlamıyorsam, max 15 hasta oluyordu. İleri aşamadakileri başka bir yerde tedaviye alıyorlardı. Ayrıca en büyük korkum olan çocuklar da başka bir yerdeydi. Bütün tedavim boyunca bir tane bile çocuk görmedim, buna şükrediyorum, kalbim kaldırmazdı çünkü.
Burada biraz ilaçlardan bahsedeyim. Bleomycin, kür boyunca Pazartesi günleri verilecek bir ilaçtı. Akciğerlerde yıkıcı bir etkisi vardı. 3 kürden fazla alınması tavsiye edilmiyordu. Zaten tedavi sonrası çekilen tomografilerde doktorlarımın söylemine göre etkisini ciddi bir şekilde göstermişti. İlacın ciğerlerime bıraktığı hasar gözle görünür seviyedeydi.
Etoposide, ikinci tehlikeli ilaçtı. Her kürün ilk haftası 5 gün boyunca alıyordum. Saç dökümüne sebep olan bu ilaçmış. Ayrıca, uzun dönemde ayrı bir lenf kanserine sebep olan buydu, dikkatli alınmalıydı.
Üçüncü ilacım Cisplatin, kemik iliğine etki edendi. Beyaz/kırmızı kan hücrelerin azalmasındaki en önemli darbeyi bu ilaç vuruyor. Etoposide gibi, bunu da sadece ilk hafta 5 gün alıyordum.
İlk gün tabii ki çok heyecanlı geçti. Ne olacak, ne kadar kötü olacak vs, bir sürü soru işaretiyle beraber tedaviye başladık. Ben artık kusarken iç organlarım da çıkacak endişesiyle, beslenmenin dibine vurmuştum. Hamile kadınlar gibi yanımda hep atıştırmalık bir şeyler taşıyordum. Bu dirayet ve disiplinli beslenme molalarıma, hemşireler bile hayret ediyordu. :-)
Su tüketimi, tedavi boyunca çok önemli bir yer tutuyor. İlaçlar böbrekleri çok zorladığı için bol bol su içilmesi gerekiyor, hem tedavi sırasında, hem de sonrasında. Haliyle, günlük ilaç seanslarımdan sonra bütün akşam elde bir su şişesiyle geziyordum. İlaçlar başka yerleri de zorluyor. İlk kürde, dirseğimin iç kısmından her zaman kullanılan yerden damar açtılar. O bölgedeki damarları ilaçlar yaktı, sertleştirdi. Bu gözle görünür seviyedeydi. İzleri seneler sonra geçti. Tedavinin devamında elimin üstündeki bir damar hattını kullandık, böylesi hem daha pratik oldu, hem de büyük damar yollarını yakmadan tedaviye devam ettik.
Hafta boyu git-gel devam etti. Her gün en az 6-7 saatimi hastanede geçiriyordum. Daha önce bahsettiğim gibi, bol müzik ve dizilerle doldurdum bu boşluğu. Arkadaşlarım çekinerek arıyorlardı, ama zaman içinde, onlar da ben de duruma alıştık. Gün boyu çen çen konuşmaya başladık. :-)
Bu noktada çalıştığım şirket TPI Composites'ın sunduğu olanaklardan bahsedeyim; Limitsiz izin verdiler. Hiç unutmam, US’deki üst düzey yöneticilerden birisiyle konuşuyordum, biraz utana sıkıla 3 ay şirkette olmayabilirim dedim. “İstersen 3 yıl gelme. Yerin, koltuğun orada duracak, seni bekleyeceğiz.” dedi. Kendi aralarında para toplayıp bir sürü hediye aldılar. Şirket hastaneye götürüp getirmek için özel araba tahsis etti. Bizden başka ne istiyorsun diye sorunca, herkese hayat sigortası yapılmasını istedim. Olayı öğrendikten sonra, çözemediğim en önemli kısım buydu. Eğer iyileşemezsem, benden sonra eşim ve kızım maddi açıdan zorlanacaktı. Hayat sigortam olsaydı, en azından bu sorunu çözebiliyorduk. Şirketteki hiçbir işe karıştırmadılar, hatta ben arayınca kızdılar; "Bırak burayı, git iyileş." dediler.
Biliyorsunuz, her şirkette iletişim problemleri ya da bölümler arası sürtüşme vs vardır, bizde de vardı. Fakat, bu dönem boyunca sanki gizli bir anlaşma yapılmış gibi, ne tedarik zincirindekiler grup içinde sorun yaşadı, ne de diğer bölümler yokluğumu fırsat bilip üstlerine yürüdü. Bir kardeşlik sormayın gitsin. Dedim, galiba problem çocuk benmişim, kimse tartışmıyor benden sonra... :-)
İlk haftayı bitirip eve döndük. Her akşam yürüyüşü eksik etmedim, vücudumu zinde tutmaya çalıştım. İlk Cumartesi de sorunsuz geçti. Fakat Pazar günü vücudum dökülmeye başladı. Tabi arkadaş desteği başlamıştı, yanımdaydılar, üstesinden geldik beraber.
İlk doktorun önerdiği gibi hastaneye yatmadığıma çok memnun oldum. Bir kere sürekli o ortamda olmak insanın sinirini bozuyordu, ayrıca desteğin çoğunluğu yakın çevreden geliyor. İnsan bazen de yalnız kalmak istiyor, bunlar hastane koğuşunda pek mümkün değil. Son olarak, yan etkiler ilacın verildiği hafta değil sonrasında görülüyor, yani zamanlama da pek doğru değil açıkçası.
Bir sonraki hafta sadece bir defalığına Bleomycin almak için gittik. Devamını evde geçirdim ilaç almadan, ama hafta boyu kan iğnesi vurulmamı istedi doktor. İlaçların bitirdiği kan hücrelerini, bu iğne sayesinde tekrar artırıyorduk. İğne direk iliği hedef alıp üretimi arttırıyor, ama beraberinde çok yoğun bir kemik ağrısı yapıyor. Benimle beraber aynı teşhisle tedaviye başlayan diğer bir hasta, bir kat merdiveni çıkamayacak kadar bitap düşmüştü bir sonraki hafta, ama ben günde min 3-4 km yürüyüşlerimi devam ettirebiliyordum, bu işin iyi tarafıydı.
Kan iğnesinin bir diğer etkisi ise ateşti. Bir ara 39’a kadar yükseldi ateşim. Ateş, bu tedavi sürecinde çok önemli bir konuydu. Ben de çok az yükseldi ama, okuduğum hikayelerde önemli bir yer tutuyordu. Ateşi düşürmek için her akşam acile gitmek zorunda kalan insanlar vardı. İlaçların bünyeyi zorlaması buna sebep oluyor ve ne yazık ki klasik ateş düşürücüleri kullanamıyorsunuz, kullansanız da işe yaramıyor. İlk çare, ılık/soğuk duş, ki yıpranmış bir bünyeyle çok keyifsiz olabilir. Son ve nihai çare ise acilde doktorun müdahalesi.
Kusma hiç olmadı bende. Ama eşiğine ara sıra geliyordum. Bazen bir şeyi yemeye başladıktan kısa süre sonra midem kalkmaya başlıyordu. Devam etmeyip, yemeği önümden uzaklaştırıyordum. Anneler durumu anlayıp, beni bir süre yalnız bırakıyordu. Bu sırada ben müzik dinleyip, nefes alıyordum. Sonra sakinleşince, önüme farklı bir şey koyuyorlardı. Yiyebildiğim kadar yiyor, eğer yine midem kalkarsa, yukarıdaki prosedürü tekrarlıyorduk. Bazen çok kötü oluyor, o zaman öğünü komple iptal ediyorduk. Ben bir dizi açıp, kafamı dağıtmaya çalışıyordum. Bir kaç saat sonra tekrar deneyip, beslenme rutinini bozmamaya çalışıyorduk. Bu şekilde, en çok korkulan şeyi atlattık. Tedavi süresince kusacağımı düşünerek, haddimden fazla beslenmiştim. Bu şekilde bir koruma kalkanıyla, yan etkiyi görmeyince, 6 kilo aldım bir buçuk ayda. :-)
İkinci haftasonuna girerken tek derdim yoğun kemik ağrılarıydı. Bunun tek çaresi ağrı kesiciydi. Doktorumun izniyle, iki saatte bire kadar gelmiştim. Cuma gecesi artık dayanamıyordum, saatte bire çektim, doktoruma sormadan. Sağ uyluk kemiğimin şeklini ağrıyla hissediyordum o gece. Tarif edemeyeceğim bir şekilde.
Üçüncü hafta çok daha iyiydim, ama hafta başı kan değerlerim çok düşüktü. Bu normalmiş, zaten bir önceki haftaki arbedenin temel kaynağı da buymuş. Kemoterapi ilaçları yakıp yıkıyor, kan iğnesi zorluyor, vücut üzgün, direniyor. Tam tarif derseniz, çok ağır bir grip gibi düşünebilirsiniz.
O hafta başında yastığıma saç dökülmeye başladı. Gamze görünce bunları, ne yapalım diye bana sordu. “Boşver, devam” dedim. O hafta Perşembe günü hayatımda ilk ve son defa ellerimle tıraş oldum. Yani parmaklarımı yüzüme sürtünce bütün kılları aldım. Ertesi günü berberimi aradım. Dükkanını başka müşteriye kapatıp temizledi ve beni çağırdı. Saçtan geriye kalanları kazıdı. Kirpiklerim kalmıştı geriye. Genel olarak vücut kıllarım da seyrelmişti. Fringe dizisindeki gelecekten gelenler gibiydim artık. :-)
Böylelikle ilk kürü tamamlamış olduk. İkinci küre daha tecrübeli girmiştik. Beslenme düzeni devam ederken, egzersizler aksatılmıyordu. Arkadaş nöbeti, aile desteği, Starbucks’taki gençlerin kahve ikramları, Doğa’nın oyunları, Gamze’nin ilgisi vs, gücüm kuvvetim göreceli olarak yükselmişti, fırtınaya hazırdık.
İkinci kürün ilk haftası, beş gün boyu ilaç alımımla devam etti. Biz kusma riskine odaklanırken, başka bir yerden vuruldum. Karnım çok ciddi şişmiş, sancıyordu. Sürekli ishaldim, ve ciddi halsiz bırakıyordu. O pazar gününe en yakın arkadaşlarımızı çağırdık. Durumum hiç iyi değildi, oturamıyordum bile. Tuvalet ve yatak arasında gidip geliyordum. Pazartesi günü durum daha da kötüleşti. Akşama doğru “Artık yeter, lütfen acile gidelim.” dedim. Önce, tedaviyi gördüğüm özel hastanenin aciline gittik. Ne yazık ki bir şey yapamadılar. Onkoloğum, üniversite hastanesi aciline girmemi istedi. Bu tarihi hataya düştük ve bakın neler oldu.
Üniversite hastanesine gidip acile girdik. Fakat yatak yoktu. Doğru düzgün bakan da. Ben kendim, o haldeyken tekerlekli bir yatak buldum. Gamze’yle annem yanımdaydılar. Bana bu sıkı sıkı tuttuğum yatağa örtecek bir çarşaf, ya da kağıt, naylon vs ne olursa bulmalarını istedim. Gamze gitti, temizlikçilerden çarşaf bulup getirdi. Refakatçilerimin yardımıyla yatağa uzandım. Beni bu halde gören bir hemşire, geldi bir şey sormadan damar yolu açıp serum bağladı. Sonra doktorlardan birisi teğet geçti, kan alalım falan deyip kayboldu. Alıp testleri yaptılar, beyaz hücreyi çok az bulmuş, “Bir sorun var” dedi. “Kanserim, tedavi görüyorum.” dedim, “Ne olacak, tabi ki az olacak”. Saçı başı dökülmüş halime bakması yeterliyken, baştan keşfediyordu herşeyi. “Bu şişkinlik, hayra alamet değil.” dedi, “Bir tomografi çektirelim.” diyerek yönlendirdi.
Tomografi çekilmiş, aradan üç dört saat geçmiş, hala koridorda, kendi bulduğumuz yatakta yatıyordum. Sonuca bakıp ilgilenecek kimseyi bulamıyorduk. Bu sırada, sağa sola koşturan intern doktorlardan iki tanesinin ilgisini çektik. Durumu anlayıp yardımcı olmaya çalıştı genç kızlar, gidip gelip doktoru bize çekmeye çalıştılar, ama nafile. Bu arada kızlara tomografiyi ve daha önce görülen 1 cm’lik kütleyi sordum. “Yok, kaybolmuş” dediler, ve gülümsediler. “İyileşiyorsunuz” dediler. Yüzlerini hala unutmam, minnettarım bu içtenliklerine. Ben tabi güncel sorunları unutuverdim; kütle kaybolmuş ortadan, ilerlemiyor hastalık. Bu sırada, üst katlardan uzman doktor hanımefendi hazretleri sonunda lütfetti, varoşlara indi. (*)
Raporu gözden geçirirken, diğer acil doktorları yanında süklüm püklüm duruyor, intern’ler çoktan ortadan kaybolmuştu. “Sende bağırsak düğümlenmesi var, acilen ameliyata alıyoruz.” dedi. (!) Dedim “Ne yapıyorsunuz? Ben kemoterapi görüyorum. Eğer ameliyat ederseniz, tedavim aksar, 3ncü küre devam edemem, bu da çok büyük risk, emin misiniz?” (**) Raporlara tekrar baktı. “Yani, yapsak iyi olur, yoksa bu geçmez.” dedi. İçimden diyorum, bu nasıl bir şey, doktorlarla hep mi pazarlık yapacağız. “Lütfen, durumu tekrar değerlendirin, benim çok özel bir durumum var.” dedim. Tamam deyip gitti. Gidiş o gidiş. Aradan üç dört saat geçti. Artık iyice sinirlerimiz kalkmıştı. Doktor nerede, sancılarım var, acildeki diğerlerinin ilgilendiği bile yok, hep bir burnu havadalar. Bir ara uyuya kalmışım yorgunluktan, gözümü açtım sabah olmuş, hala kimse yoktu bize bir şey söyleyecek. Ee, yeter artık deyip kalktım yerimden. “Eğer, doktor şu anda buraya gelip son kararını söylemezse, çıkıyorum.” dedim. Acil doktorlarının, o gece boyu süren havalı duruşları indi birden. "Bekleyin biraz daha" dediler ama dinlemedim, kendi irademle kararı verdiğimi söyleyip, çıkış işlemlerini istedim. Bir kağıt imzalatıp beni kapının önüne koydular. Bir saat sonra onkoloğumla konuştuk tekrar. Ofisinde buluştuk, durumu anlattım. “İshalim de durmadı bir türlü” deyince, “Neden baştan söylemedin ishal olduğunu?” deyip hemen bir ilaç yazdı. Ben 24 saat içinde yeterince sağlık çalışanıyla tartışmaya girdiğimi düşünerek, zorlamadım durumu daha fazla, gidip ilacı aldım. İshalim duruncaya kadar bu ilaçtan içmemi söyledi, ve iki gündür süren sancı, şişkinlik, ağrı, ishal vs hepsi bir anda durdu. Sadece 5 TL vermiştim bunun için. Gece boyu acilde temizlik yapanlara bile ishal olduğumu söylemiştim, ama hiç kimsenin aklına gelmedi, onun yerine ‘sizi bir açıp düğümü çözelim’ demişlerdi.
Ne yazık ki, acil berbat bir yerdi. Sözde özel ilgi görmeyi beklerken, kendimizi zor kurtardık. İki ana kısım vardı;
Ölümcül durumdakiler, genellikle hastane üst katlarından geliyorlardı. (İstanbul’daki hastanelerde kırmızı oda deniyormuş bu kısma)
Kavga yada kaza sonucu orası burası yaralanmışlar.
Unutamadığım bir olay vardı. Hastalardan yattıkları yatakların numaralarıyla bahsediyorlardı. Gece yarısı doktorlardan birisi orta yerde bağırdı; “5 numara ex oldu”. Artık biliyorduk ne olduğunu, Allah rahmet eylesin dedik. Yarım saat içinde başka birisi bağırdı, “5 numara normale döndü” (!!???). Sonra iki - üç saat sonra tekrar; “5 taburcu oluyor” (!!!?????) Yaşlı bir teyze yatıyordu orada. Öbür tarafa gitti geldi, sonra çıktı evine gitti. Göremedik kapıda, bir elini öpseydik...
O hafta da kan iğnesi ve buna bağlı kemik sancısıyla geçti, ama etkiler daha azdı. Üçüncü hafta çok daha kolay geçti.
Rutin bir hayatım vardı artık. Kalk, kahvaltını yap, Doğa’yla Gamze’yi uğurla. Sonra anneler gelsin, evi toplayıp yemekleri yapsınlar. Aralarda dışarı çıkıp gezin, arkadaşlarınla konuş. Bilgisayarda oyun, dizi, müzik, belki biraz dergi. Akşam sarışınları karşıla, yemek sonrası küçükle biraz oyun, sonra Gamze’yle belki bir film, biraz sohbet, sonra yatak.
Son küre girdiğimizde bir ara ölçüm yaptırdık. AFP değerim 24’e kadar düşmüştü. (Hatırlarsanız 1200’den başlamıştı) Sınırımız 7 ve altıydı. Doktor, “3ncü küre devam” dedi ve tamam deyip başladık.
Üçüncü küre girerken tecrübemiz üst seviyedeydi. Bir sürü kaynak taranmış, kitaplar okunmuş, doktor ve hemşirelerle görüşülmüş, bir çok ilaç, reaksiyon vs hepsini öğrenmiştik. Artık, onkoloji bölümüne yeni gelenlere, tavsiyeler veriyordum. İlk haftayı bitirdik. Zor zamanlar geri gelmişti, hazırdık. Yan etkilerin yoğunlaştığı bu dönemi, bütün gücümüzle, irademiz ve tutkumuzla karşı koyup aşacaktık. Ama inanılmaz bir şey oldu o hafta sonu.
Cumartesi sabahı kalktım. Biraz yatakta oturup kendimi tarttım. Evet yorgunum, ama diğer haftalar gibi değildi. Ayrıca bulantı hissi yoktu, kemik ağrıları başlamamıştı. Gamzem geldi, keyfimi sordu. “Doğa’yı getirir misin, biraz seveyim” dedim. Sonra baba kız, sırnaştık. Baktım iyiyim, “Doğa’yı babaannesine bırakıp, Alsancak’a gidelim mi?” dedim. Şaşırdı tabi, ama hemen organize etti. Gittik, Kıbrıs Şehitler’deki 3ncü nesil kahvecilerden birine oturduk. Tabi, ben yavaş ve kontrollü hareket ediyorum. Eylül sıcağına rağmen üstümde bir sweat shirt, kapşonumu takmışım, çünkü üşüyorum, Gamze kolumda yürüyebiliyorum.
Ama üzerimde bir dinginlik var. Kahve içtik, sohbet ettik, hatta kaçamak yapıp, pizza yedik. (Hep mi diyet, canım :P) Kuzuyu da babaannesinden alıp (Doğa’nın evdeki lakabı) eve döndük. Pazar günü de çok rahat geçti. Hafta içinde de bir şey olmadı, kemik sancıları bile minimum düzeydeydi.
Doktorlarıma söyleyince bu durumu, şaşırmadılar. Direncimin arttığını ama bunu daha çok mental zindelikle yapabildiğimi söylediler. Kısacası, haftalardır devam eden yatırım işe yaramıştı. Beslenme, egzersiz, gerekince soyutlama, aile ve arkadaş desteği... Muhtemelen toplamı, psikolojimi güçlendirmiş, son dönemeçte etkisini göstermişti.
Böylece tedavinin son haftasına girdik. Son ilacı da aldıktan sonra ben sabırsızlanmaya başlamıştım. Tomografimin düzgün olduğunu hastane acilindeki çekimden biliyorduk. Beta HCG, zaten başında düşmüştü, sıkıntı yoktu. Peki AFP ne durumdaydı? O hafta kan testini talep ettim. Tedavi gördüğüm yerde kan aldılar, ama sonuçları için bir sonraki gün dediler. Şansımıza eski tip bir makineydi galiba, çünkü şu anda yaptırdığım yer iki saat içinde sonucu veriyor.
Bekle, bekle, ben evde, Gamze iş yerinde, sıkılıyoruz, geriliyoruz. Sonunda sonuç geldi; AFP 16 çıktı. Limiti 7’ydi. Ben tabi kahroldum, düşmüyor bir direnç var diye endişelenmeye başladım. Hemen randevu aldık o akşama onkoloğumdan. Gidip durumu anlattım. “Sana iki kür daha verelim.” dedi. “Başka bir yol yok mu? Emin miyiz devam etmekten?” diye sorunca. “Tamam, yarın gel üniversitede, bir de orada ölçelim.” dedi. Sonraki gün kan testine gittim. Ben çok umutlu değildim, çünkü yarılanma ömrüne göre, bir haftadan önce inmesini beklemiyordum. Kan verip, eve döndüm. Kolay değil, iki kür daha tedavi, en az 1.5 ay daha bu durumla boğuşmak, yan etkiler vs, moralim kötüydü.
Gamze, Doğa’yı kreşten almış geliyordu. Haydi bir bakayım ne çıkmış sonuçlarım, diye düşünerek web’ten girdim ve gördüm ki; AFP 7 çıkmış !!! :-) Limite girmiş !! Havalara uçtum tabi sevinçten. Sarışında uçtu havaya. Haydi kutlayalım dedik, ama ne yapacağımızı şaşırıp sevinçten, Baydöner’e gittik. :-) Bu mekanın herhalde tarihindeki en önemli kutlamayı biz yaptık. İki iskendere, bir düşen AFP... :-)
Tabi ailemiz ve arkadaşlarımız da çok sevindi. Artık bizim için bitmişti bu iş.
Heyecanla doktorumu aradım bir sonraki gün. “Yok, tedaviye devam edeceğiz” dedi. Sebebini sorunca, “Düştü, ama ‘nazlı’ düştü” dedi. Bugüne kadar düşme hızı (yada nazı) gibi bir kavramdan bahsetmemiştik. O anda kritik bir şey aklıma geldi. “Bir önceki hafta kan testini ben kendim talep ettim. Eğer onu yapmasaydık ve sadece bunu görseydiniz, aynı şekilde mi devam ederdik?” diye sordum. “Valla sıfır çıksa da farketmezdi, tedaviye devam etmeliyiz” dedi. “Ben bunu kabul etmiyorum, başka görüşler almak istiyorum” dedim. “Kanserle oyun olmaz ya çıkarsa, ya geri gelirse?” dedi.
Bu noktada çok bozuldum. Ben hastaydım, kendimi korumaya çalışıyordum, ama sadece kanserden değil kemoterapinin yıkıcılığından da. Fakat doktorum, görüşüne karşı durduğum için bana öyle bir bel altı vurmuştu ki, büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Böyle bir hastalıkla uğraşanı ölümle tehdit etmek hiç adil değil.
Bu noktada yazıyı sonlandırıyorum. Bir sonraki yazıda, tedavi sonrası neler yaptığımızı anlatacağım.
Sevgiler
(*) => Farkındaysanız çok kızgınım, ama kendimden çok oradaki genç bir kız için. Hemen yanımda yine kendi imkanlarıyla bir yatak bulmuş bir kız ve ailesi vardı. Kızın sabaha doğru, aslında apandisitinin patladığı anlaşılacaktı. Ağrılar içinde kıvranıyordu, ve bizim doktor şöyle bir bakıp geçiyordu.
(**) => Tedavinin kilit noktası düzeni korumak. Eğer ara verilirse, kalan kanser hücrelerinin mutasyon geçirme ve ilaçlara direnç gösterme ihtimali var. Kesinlikle tedavi durdurulmamalı.
Comments