Bir önceki yazıda hırçın oğlumla nasıl tanıştığımızı anlatmıştım. (*) Şimdi de tedavi sürecine girişten biraz bahsedeceğim.
Olayı ürologdan duyduğumuz andan itibaren doktor arayışını başlatmıştık. Çevremizi de kullanarak İzmir’deki iyi doktorlara ulaştık. Adlarını vermeyeceğim, çünkü bazı eleştirilerim olacak.
Şu andaki onkoloğum, ulaşmaya çalıştığım ilk doktordu. Bir çok kişiden iyi referans almıştık, ama beraberinde çok yoğun tempoda çalıştığını da öğrenmiştik. Arayıp sekreterinden randevu talep etti Gamze. Neredeyse bir ay sonrasına gün verdi. Biz de diğer alternatiflere bakmaya karar verdik.
Şansımıza aynı günün akşamı aradı sekteri, eğer müsaitsem, akşam saat 22:00’de beni kabul edebileceğini söyledi. (!!) Saat bize çok geç gelmişti ama ofisine gittiğimde sırada bekleyen bir aileyi gördüm. İleri evredeki annelerini getirmişlerdi. Onlar da doktorun yanına girip çıktığında, saat neredeyse 23:00 olmuştu. Sekreterine sorduğumda, bütün hafta bu şekilde çalıştığını öğrendim. Gündüz normal mesai saatini hastanede geçiriyor, sonra bu ofise gelip neredeyse gece yarısına kadar çalışmaya devam ediyormuş ve yıllardır bu böyleymiş. Ya çok ciddi borcu var ya da işini gerçekten seviyor diye düşünüp içeriye girdim. Durumumu ve belgelerimi gösterdikten sonra izlediği yaklaşım, beni ikincisine daha çok çekti. Bir de olasılıklara göre konuşup, önüme farklı opsiyonlar koyması daha da bir güzel oldu, ama bu aslında çölde bir vahaymış. Sağlık işine derinlemesine girince bunu da öğrenmiş oldum ne yazık ki.
Neyse, opsiyonlarımız şunlardı;
1 kür BEP (2*) => %95 başarı.
2 kür BEP => %97 başarı.
3 kür BEP => %99 başarı.
Bir de gözlem opsiyonumuz vardı. Bunda bir tedavi yapılmıyor, ayda bir kontrole gidiliyordu.
Benim patolojime göre, nüksetme olasılığı %50. Nüksederse, kendisini karın bölgesi (abdomen) lenf bezlerinde gösterme olasılığı yüksekmiş. O zaman da 3 kür BEP kaçınılmaz, ama başarı olasılığı artık %90 olarak görülüyordu.
O, bana 2 kürü tavsiye etti. Sebep olarak da, ameliyat sonrası gerileyen tümör belirteçlerinin vücutta kanserli doku ihtimalinin olmadığına dair güçlü bir işaret olmasını gösterdi. Ayrıca BEP, çok yoğun yan etki gösteren bir protokolmüş. Tedavisi olmayan bir lenf kanseri türüne sebep olma ihtimali de varmış.
Bunları söylediğinde daha tomografi çekilmemişti. Bir sonraki gün çekilen tomografide ne yazık ki abdomen lenf bölgesinde 1 cm’lik bir kütle göründü. Küre şeklinde parlak bir kütleydi, bana da gösterdiler. Açıkçası varlığı beni çok rahatsız etmişti. Evet tedavi ihtimali var ama insanın içinde mayın olduğunu bilmesi pek hoş bir duygu değildi. Aslında kemoterapi çözüm olmazsa, zor bir ameliyat da olsa, kütle alınabiliyormuş, bunu da alternatif bir çözüm olarak not ettik.
Önümdeki haftaya diğer doktorların randevularını koymuştum. Bu ilk görüştüğüm doktorun yaklaşımına karşı, buyrun bir de onları dinleyelim.
İkinci gittiğim doktor bir üro-onkologdu. (Yani üroloji uzmanı, ama uzmanlık alanındaki kanseri de tedavi edebiliyor) Önüne belgeleri koyup, yorumlamasını istedik.
Şöyle bir kağıtlara baktı, sonra elini gladyatör dövüşü sonrasında kararını vermek için kaldıran bir imparator gibi yaptı ve "İkiiiii...”,
Sonra diğer kağıtlara şöyle bir baktı, “Yok yok, üüüüüç..”
Gamze’yle ben donmuşuz, izliyoruz. Bir ciddi ama sormayın, kaşlar çatık, hala üç mü belli değil bu arada, parmaklar 2 gösteriyor çünkü. :-)
“Evet, evet. Üç !”. “Üç kür BEP yapıyoruz.”
O son kağıda bakmayacaktı, valla iki demişti. :-) :-)
Söyleyemedim tabi bunu ama benim çekeceğim zehir miktarıyla kanserin sonunu getirecek bu tiranın dansı takdire şayandı. :-)
“Sizi hastaneye yatıracağız. Her kürün ilk beş günü, yani ilaçların en yoğun alındığı dönemi hastanede geçirirsiniz.” dedi.
“Neden? Başka yerlerde bu şekilde yapılmıyor. İlaç sonrası eve gönderiyorlar.” dedik.
“Olsun, bir komplikasyon olursa, hemen müdahale etmek için.” dedi. O an için mantıklı bir karar gibi göründü. Hem hastane de evimize yakın, devam eden haftalarda bir şey olursa aciline gider, özel ilgi de (!) görürüz diye düşünüp çıktık.
Sonra üçüncü doktora gittik. Görüşmemizin, büyük bir kısmını onun okuldaki başarısı, yeni nesilin nasıl tam takır olduğu vb hikayeler aldı. Kalan minicik kısmında ise, artık iyice tecrübelendik ya, sordum “Siz kaç dersiniz?” diye. Bu da başladı elini kaldırmaya. (Galiba bir ritüel bu okulda öğretilen. İlk doktor almamış bu dersi, belli...) Gösterdi bize dört! Sebebini sorunca, “Emin olalım, risk almayalım” dedi.
Böylelikle, bir satınalmacı gibi üç teklifi toplamış bir şekilde evimize döndük. Baktım, pek bilimsel yaklaşım, yada bir tablo vb yok bu iş için elimizde (ki varmış, sonradan öğreniyoruz), “E hadi Gamze, ortalayalım bari. 3 olsun. Ne gelebilir ki başımıza” dedim. Tedavi ve sonrası kısmında bakacağız, başımıza nelerin gelebileceğini.
Biz bunları bilmeden, lokasyonu seçtik. (Hastaneyi de vermeyeceğim, alınmasınlar sonra) .Evimize yakın, gider geliriz, dedik. Sadece ikinci doktorumuz orada çalıştığı için, temasa geçip bir sonraki hafta başlamak için sözleştik.
Bundan sonra çok detaylı okuma seansları başladı ve bizim tedaviye destek olabilmek için ne yapabileceğimize odaklanmaya çalıştık. Türkiye’deki kaynakları bir kenara koyup, çalıştığım şirketteki insanların vasıtasıyla, Amerika’dan kitaplar getirttik. Gerçekten çok ciddi bir bilgi kaynağımız oluşmuştu. Bu kitaplar, ne yapmamız gerektiğinin çerçevesini çok iyi çiziyorlardı. Özellikle kemoterapinin yoğun yan etkilerinden kendimi (ve çevremi) korumak için neler yapmam gerektiği, her açıdan ele alınıyordu.
Diyet bunlar arasındaki en önemli maddeydi. Diyetin detayları aslında bu hastalığa yakalanmamak ve sağlıklı bir hayat sürmek için de çok önemli. O yüzden, diyeti tek başına ayrı bir yazı olarak planladım. Bir sonraki yazımızda, ona uzun uzun değineceğiz. Ayrıca, diğer fiziksel ve mental koruyucu ögelerden de bahsedeceğim. (Bol bol müzik dinlemek ve sezon sezon dizi izlemek gibi :-))
Hazırlıkları bitirdikten sonra sözleştiğimiz vakitte, hastanenin yolunu tuttuk. Biz kemoterapinin sert yan etkilerine karşı her açıdan sterilize edilmiş bir yerde, tek başıma kalacağımı düşünürken, kendimizi üroloji koğuşunda bulduk. Diğer üroloji hastalarıyla beraber yatacakmışım hafta boyu. Kimseyi hastalığından dolayı küçük göremem, ama ben ölümcül bir şeyle uğraşırken, yanımda bambaşka sebeplerden, ağrılarından sızlanan insanları kendim için iyi bulmadım. Doktoruma gidip, bu şekilde kalmak istemediğimi, en azından ayrı bir yerde yatmak istediğimi söyledim. Hayatımda umarım bir defa yaşayacağım bu zehirlenme döneminde, koğuş ortamında geçirmek istemedim. Ne yazık ki isyanım cevap bulmadı. Oda yoktu, tek şansım buydu. Ve daha da kötüsü, etrafımdakilerin büyük bir çoğunluğu, doktor ne derse odur mantığındaydı ve kabul etmemi istediler. Bunun mutlaka başka bir yolu vardır diyerek, tedavinin bu şekilde olmasını reddettim.
Sonra ikinci bir doktor daha bulduk aynı hastaneden. Başında çok çekici geldi, çünkü Amerika’da ihtisasını yapmış ve oradaki yaklaşımı benimsemiş gibiydi. “Ben senin sağlık danışmanın olarak çalışacağım. Tedavini rahat geçirmene odaklanacağız” gibi yaklaşımlarıyla gönlümüzü fethetti. Bizi özel bir hastanenin, gayet temiz ve güzel onkoloji merkezine yönlendirdi. Tedaviyi takip edecekti, ilaçları orada alacaktım. Hastaneyi gittik gördük, çok hoşumuza gitti. Doktorla anlaştık, üç dört gün sonra tedaviye başlamak üzere.
Tedaviye hazırlıkla ilgili yaptıklarımızı bir sonraki yazıda paylaşacağım.
Sevgiler
(*) => Teorik olarak o benim oğlum, çünkü bir spermin kudurup kanserli hücreye dönüşmesi sonucunda oluşuyor.
Comments