Merhaba,
İlkel atalarımızın dinsel inanç ve düşünce tarihini anlamak için Paleolitik dönemle ilgili önemli bulgularla devam ediyoruz. Bir önceki yazıda bahsettiğimiz ölü gömme geleneklerine yaklaşık 20 binli yıllarda katılan Venüs figürinleri bize ilk tanrıça fikrini sağlayabilir. Toprak ana dediğimiz kavramın kökenin burada arayabiliriz.
İlkel atalarımız çocuk yapma eylemini tamamen dişiye ait görmüş olmalılar. Cinsel ilişkiyle bebeğin doğumunu, aradan geçen uzun süre yüzünden bağlayamamış olabilirler. Bu yüzden kadının klan içinde ayrı bir yeri vardır; doğurganlığı sayesinde ailenin büyüyüp genişlemesini sağlar. Tam olarak anlayamadıkları bu sürecin benzerini diğer canlılarda görmüş, ama en çok da toprağın doğurmasını izlemek onları büyülemiş olmalı. Baharla beraber yeşeren otlar, çiçeklenen ağaçlar ve daha fazlası, onlara en büyük ananın toprağın ta kendisi olduğu fikrini vermişti. Muhtemelen ağaçları topraktan ayrı varlıklar olarak görmüyor, onun uzantıları olarak düşünüyorlardı. Nasıl bir insan dişisi süt veriyorsa, toprak ana da bu uzantılarıyla onlara meyvelerini veriyordu. Nasıl bir insan dişisi bunun için yemek yemek, su içmek zorundaysa, onun da yağmura ihtiyacı vardı. Suyun canlandırıcı doğasıyla, toprağın doğurganlığı birleşince hayat var oluyordu. İşte bu yüzden toprak ana kutsanmalı, varlığını simgeleştiren figürinler yapılmalıydı. İlk kurumsal din yapılarından itibaren bu heykellerin ayrı bir önemi olacaktı. Mezopotamya dinlerinde bu heykellerin aslında tanrıların bir konağı olduğu düşüncesini görüyoruz. Yani, heykeller bir simgeden ötesi, bir yaşam kaynağıydı. Nasıl insanların bir evi olursa, bu heykellerin ve onların arkasındaki (içindeki) tanrıların da bir evi olmalıydı. Tapınak kavramını kısmen bu fikirden çıkartabiliriz. Ama biz şimdilik ilkel koşullarda kalıp figürinlerimizden devam edelim.
Toprak ananın atalarımızın inancında tuttuğu yerin büyüklüğünü kestiremiyoruz. Ama figürini mezara giriyorsa, bir önceki yazıda bahsettiğimiz diğer sembolik nesnelerle beraber kişinin diğer hayatına geçişini kolaylaştırıcı bir rolü olmalı. Ya toprak ana ölüyü bu sayede bağrına iyice bir alacak, ya da diğer yaşama onu doğuracaktı. Bu fikrin kaçınılmazlığı atalarımızın içine öylesine yer etmiş olmalı ki, bin bir zahmetle ve zor bulunan fildişi gibi malzemelerden bu heykelcikleri yapmışlar. Peki toprak ana dediğimiz bu ilk tanrıçaya zaman içinde ne oldu? Kim onu yerinden etti? Aslında yerini terk etmedi, sadece önemini kaybetti. Tarımın keşfiyle beraber toprak ananın düşündüğümüz kadar da görkemli olmadığı anlaşılmış olmalı. Onun ürettiğini biz de yapabiliyor, hatta daha fazlasını ve iyisini de yapabiliyorduk. Doğa üstünde hakimiyet kurdukça toprak ananın yerini bereket tanrıçaları ve kültü aldı. Örneğin, Yunan mitolojisinde Kurucu Tanrıça Gaia mitini gerçekleştirip evreni (ve tanrısal varlıkları) var ettikten sonra emekliye ayrılmış, yerini Bereket Tanrıçası Demeter almıştı.
Atalarımızın bir de yaşamın kaynağına bakışlarını anlamaya çalışalım. Evet, yazılı kaynaklarımız yok ama iki önemli mağara bize atalarımızın kozmogoni (evrenin kökeni) hakkında görüşlerini aktarabilir. Cosquer mağarası Güney Fransa'da bulunur. Yaklaşık 175 metrelik bir tünelden geçip ana holüne ulaşılan mağarada 30 bin yıl öncesine ait duvar resimleri bulunmaktadır. Diğer bir örneğimiz de bundan daha ünlü olan Lascaux mağarasıdır. Duvarları 17 bin yıl öncesine tarihlendirilen birbirinden güzel resimlerle doludur. Bu iki mağaranın ortak tarafı oldukça derin ve karanlık olmalarıdır. Atalarımızın bu mağaralarda ne işi vardı? Korunmak amaçlıysa duvarları neden resimlerle süslüydü? Ateş yakılmadan görülemeyecek bu sanat eserlerini neden bu kadar zahmete katlanıp yapmışlardı? Arkeolog, mağarabilimci ve din tarihi uzmanlarının ortak görüşü bunların bir dini motif olduğu yönündedir. Mağaranın derinliklerine giren atamız burada dış dünyayla tüm bağını koparıyordu. Ne bir ışık, ne bir ses ya da koku onun duyularını uyarabilirdi. Bu sonsuz yokluk hissi aslında evrenin var olma öncesini de anlatıyordu. Bu duyusal yetersizliğe, soğuk, açlık ve acı da eklenince muhtemelen bir vecd hali, coşkuyla sanrılar görme başlıyordu. Şamanların esrimesinin kökeni bu olabilirdi. Beyninin ona oynadığı oyunları fark edemeyip, yokluğun içinde yaşadığı sanrıyı en çok arzuladığı şeylerle bir iletişim yolu olarak görmüş olmalıydı. Paleolitik dönemde evrensel birliğin yolu yüce hayvanlarla eşleşmek, özdeş bir varlık haline geçmekti. Onlarla bir olma hissi ona bir bütünlük sağlamış, koptuğu cennetin tekrar parçası olduğunu hissettirmişti. Bu görkemli anların izini de olayın gerçekleştiği yerin duvarlarına resmetmişti. Ayılar, aslanlar, bizonlar ve diğerleriyle bir olabilmiş, kaybolan saflığını bu karanlık dehlizde bulabilmişti. Atalarımız bu üstel varoluşu toplu halde de hissetmiş olmalılar. Lascaux mağarasındaki bulgular toplu ayinlerin işaretiydi, belki bir ritüel başlamıştı. Özetle, atamız evrenle bir olabildiğini keşfetmiş ve haliyle onun kökenini kendi içinde aramaya başlamıştı.
Peki atamız neden azimle kökenini arıyordu? Neden cennetten kovulmuştu? Yaşadığı dönemde bir cennet mitinin olduğunu düşünmüyoruz çünkü dinler tarihinde bu kavramı erken dönemde görmüyoruz. Mezopotamya inancında tanrıların yaşadığı bir bahçe vardı ama insanlara kapalıydı. Zerdüştlük bu kavramı iyi bir şekilde ele alan ilk dindi. Yunan mitolojisinde cennete en yakın kavram Elysium denen Kronos ve ahalisinin kaldığı yerdi. Zeus'un hükümet darbesiyle tahtından indirilmesi sonucu emeklilik günlerini geçirmek için yollandığı güzel bir adaydı, tatil köyüydü. Bunlara gelmeden ilkel dinler ölüm sonrası insanların gittiği yerin uzun ve anlamsız bir hayatla dolu karanlık mağaralardan ibaret olduğunu düşünüyordu.
Kovulduğumuz cennet böyle bir yer değildi. Atalarımızın kovulduğu yer, düşüncenin kadiri mutlak olduğu yani istediğinin istediği anda gerçekleştiği, çalışmak zorunda olmadığı, tehlike diye bir kavramın, hastalığın, acının, ağrının, kısacası insanı zora sokan hiçbir şeyin olmadığı bir yerdi. Orada bir bütündük, yaşayan diğer varlıklardan ayrı bir yanımız yoktu. Birliğin getirdiği bu barış dolu, bereketli ve dingin ortamı kaybetmiştik. Saflığımızı bıraktığımız bu yeri herkes kalbinde hissediyordu ama neden kovulduğumuza bir türlü anlam veremiyordu. Peki neden böyle bir hisse kapılıyorduk? Böyle bir yerin olduğuna ve oradan kovulduğumuz düşüncesine dünyanın neredeyse her yerinde rastlıyoruz. Yine bunu bir din inancına bağlayıp erken dönemlerde saçılmasına bağlamak bizi hataya düşürecektir. Böyle bir fikre insanları ikna edebilmek pek kolay değildir, içsel bir motivasyonu olmalıdır.
Bu noktada yardımımıza Freud ve Jung koşar. Bir çocuğun önce saflığı sonra masumiyetini kaybettiği yaşam onda travmatik bir iz bırakmış, bilinçaltına itilen bu arzuları Jung'un tanımladığı gibi kolektif bir bilinçaltı oluşturmuş olabilir. Bunu açıklayabilmek için bebeğin gözünden bakmaya çalışmalıyız. Bebekler ilk yıllarında kendilerini etraflarındaki her şeyle bir görürler. Anneleri onların bir parçasıdır, ayrı bir birey olduğunu düşünmezler. Birisi yanından kalkıp giderse onun gözünde yok olmuştur, çünkü yaşadığı evren onun bulunduğu odadan (atalarımız için mağaradan) ibarettir, ötesinde başka bir şey yoktur. Annesi onu sever, besler, sıcak tutar. İstediği her şeye sahiptir; korunur ve kollanır. Serpilip büyüdükçe yaşadığı yeri keşfeder ama hiçbir sorumluluk almadan hareket eder. Fakat, eli iş tutacak yaşa gelince ( beş civarı diyelim) sorumlulukları başlar. Annesi onunla eskisi gibi ilgilenmez, belki yeni bir bebeği vardır. Küçük çocuğun artık klanın iş bölümüne katılması gerekmektedir. Böylece, saflığını kaybetmiştir ve onu geri kazanmak istediğinde sağlam bir tepkiyle karşılaşmıştır. Freud'a göre bir çocukluk travması geçirmiş ve ilkel arzularını bastırmak zorunda kalmıştır. Saflığını rüyalarında arayacaktır.
Herkesin aşağı yukarı bir defa gördüğü bir rüya vardır; düşmek ya da uçmak. Bu ortak rüyanın aslında bir arzu kaynağı olduğunu, ilk Freud ortaya atmıştı. Bebekken ebeveynlerimiz bizi havaya atar yakalardı. Bunu bütün bebekler sever, kahkahalara boğulur. Sevmenin yanında ilk kontrollü tehlikedir de; bebek bir nevi lunaparkta bir oyuncağa binmiş, hayatını riske atmadan tehlikenin eğlencesine varıyordur. İşte anne veya babanın güvenli kollarında yaşanan bu duygu dolu an içimize yer eder. Zaman geçtikçe gerçekle bağını koparır ve kaybolan saflığını arayan yetişkin bireyin bilinçaltından rüyasına fışkırır; düşümüzde bir yetişkin olarak bir yerden düşeriz, ama yere de hiç çarpmayız. Görünen o ki, biz gökteki cennetten düşmüşüzdür. Atalarımızın rüyalarında gördüğü bu düşme eylemi, hayal meyal hatırladıkları bebek hallerinin o harika saflığını kaybetmenin getirdiği üzüntü görkemli bir mit yaratmıştır; cennetten kovulmayı. Jung bu fikri herkesin hissetmesine ama bir türlü anlamlandıramamasına işaret ederek, bunun aslında kolektif olduğunu ama hepimizi kapsayan bu ağın ancak bilinçaltı kısmında yer aldığını iddia eder. Bir araya toplarsak toplumda kolektif bir bilinçaltı oluşmuş ve bunun ortak bilince yansıması tarihimizin en önemli mitlerinden birisini yaratmıştır. Bu teori farklı medeniyetlerde ve birbirinden bağımsız yeşeren bir fikrin aslında insanın kaybettiği saflığına yaktığı bir ağıt olduğunu söyler.
Yolculuğumuza bir sonraki yazıda kutsal varlıkların doğumuna hizmet edecek psikolojik sorgularla devam edeceğiz; totemin, tabunun ve ruhun kökenlerini araştıracağız.
Sevgiler
Comments