Merhaba,
Yavaş yavaş yazı dizimizin sonuna yaklaşıyoruz. Bir çok uygarlıkta izini bırakmış bereket, ölüp-dirilme, üreme, verimlilik ve doğanın kontrolü gibi temel sorunlar "Ana Tanrıça" adı altında topladığımız kültün ilgi konusuydu. Karşımıza ilk defa paleolitik dönemin ölü gömme geleneklerinde Venüs figürinleri olarak çıkmıştı. Uzun bir süre izini kaybettirmiş, binlerce yıl sonra neolitik çağda Çatalhöyük'te bizi doğurganlığı ve hayvanların efendisi motifiyle karşılamıştı. Sonra Mezopotamya uygarlığında mühürlerde yer almış, tarihte ilk defa Tanrıça İnanna ile resmi bir kimliğe kavuşmuştu. Bundan sonra yolculuğunu İştar, Kubaba, Kybele, Gaia, Rhea, Artemis ve Diana gibi isimlerle devam etmiş, Sami dinlerine derinden nüfuz edip günümüze kadar dinsel inançlarda, okültizmde, savrulmuş mitlerde ve sanatta yerini tutmuş, uygarlığımızın önemli bir parçası olmuştu. Bir de kötü yönde gelişen bir varyantı vardı. Hayvanların efendisi zaman içinde bir iblis, şeytan ve cadı varyantına dönüştü. Demek ki üreten, doğuran, yeşerten tanrıça, yeri geldi mi yakıp yıkmayı da biliyordu. Şeytani ikizini Kötülüğün Tarihi yazı dizisinde işleyeceğiz. Biz bu bölümde onun adlarını, sıfatlarını, ritüellerini göreceğiz. Sami dinler paganizmi yıkınca, kültürümüzde yeni yerini nasıl aldığına bakacağız.
Önce ana tanrıçanın adıyla başlayalım. Bilinen ilk adlar "Ma", "Na", "Nana", "Ana" ve bunlardan türeyen "Marian" ve "Aymari"idi. Zaman içinde bunlardan "Marianne" ve "Meryem" gibi adlar türedi ve daha tanıdık karakterlere dönüştü. Biz önce "neden" bir isim aldığı hakkında biraz konuşalım. Paleolitik dönemdeki klanımızı düşünün; yeni bir bebek aileye katılmış, annesinin sıcacık kucağında, buğulu gözleriyle etrafı süzüyor. Annesinin tenine dokunuyor, kıpır kıpır kuduruyor, anlamsız sesler çıkartıyor. Klanın diğer üyeleri yaşamı anlamakta zaten zorlanıyorlar; üstüne bebeğin (onlara göre) sebepsiz ortaya çıkışı kafalarını daha da karıştırıyor. Bir de bebeğin zamanla gelişip büyümesi, serpilmesi, anlamsız bakışlarının yerini dikkat kesilmiş bir gözlemcinin alması onları şaşırtıyordu. Fakat, bebeğimiz çok yavaş geliştiği için bu değişim ve ilerleme izleyenlerde bir coşku yaratmıyordur.
Bir gün bebeğimiz çıkardığı tonla anlamsız sesin dışında, ilk defa bir sessizle sesliyi birleştirip konuşsun; bunun "ma" ya da "na" olması yüksek olasılıklıdır. Kendiniz deneyin; kişinin en kolay telaffuz edebileceği sessiz harf "m" ya da "n" olur. Dudak, çene ve dil arasındaki koordinasyonun, yani konuşmamızı sağlayan kasların en basit kombinasyonuyla bu iki sessiz kolayca telaffuz edilir. Buna eklenen bir "a" seslisiyle bebeğimiz ortaya ilk kelimesini atar; "ma". Annesi ve diğerleri o güne kadar onun zevzekliğine dikkat etmezken, bu kelimeyi duyunca şaşırır, ona döner ve dikkatini verir. Bebek bunu görünce tekrar seslenir; "ma". Belki anne gülümser, ona yaklaşır, kucağına alır. Bebek ne yaptığını bilmeden tekrarlamaya devam edince, anne doğal bir içgüdüyle onu besler. Minik hayatında ilk defa dille iletişime geçmiş, ödülünü de almıştır. Spekülasyonun dibi yok; Dünya tarihinde (hala kullanımı devam eden) ilk kelime "mama" olabilir mi? Bir de konuya diğer açıdan bakalım. Klan üyeleri bebeğin nasıl ortaya çıktığı, geliştiği, serpildiği konusunda anlamlı bir yere ulaşamıyorken, birden bebeğin dile gelmesini nasıl yorumlayacaklardır? Acaba, yaratıcı onun ağzından konuşuyor olabilir mi? Ona ruhunu üflemiş, ona kendi aşkın varlığından bir şey katmış olabilir mi? Eğer böyleyse, bebek ilk dile geldiği anda onun adını bize söylemiş olabilir. Ayrıca, her bebeğin aynı şeyi tekrarlaması, yöredeki diğer klanlarda da benzer durumun görülmesi, neredeyse bütün Dünya'ya yayabileceğimiz basit bir hecenin ortak bir köke sahip olması bir mucize midir? Bizim için değil, ama o zamanların görece bilgisiz insan toplumu için böyle olabilir. Yaratım kendisini bebeğin ağzından çıkan bir heceyle imzalamış, farklı kültürlere ve coğrafyalara zaman içinde yerleşmiştir. İşte bu yüzden yaratıcı ana, yani ana tanrıçanın ilk adı "Ma" veya "Na" olarak kabul edilebilir.
Ana tanrıçanın nasıl kişilik kazandığını, insan görünümlü ilk tanrıçayı, aşk-mülkiyet ve iktidar üçgeninde yeşeren bir kültü İlkel Dinler Tarihi - 8 (Mezopotamya - Kültün Tanrıçaya Evrimi) adlı bölümde görmüştük, burada tekrarlamayacağız. Biz biraz daha özele inip, onun için düzenlenen ayin ve ritüellere odaklanacağız. Bereket kültümüz dişildi, ayla ilişkiliydi, doğanın özü ve gizemleriyle ilgiliydi. O zaman onunla bir olmanın, gizemlerine varmanın, kovulduğumuz cennete dönüş ve ruhlarla temas için erginlenmenin yolu gece ayinleriydi. Bunlar yerleşim yerlerinde uzakta, gizli kuytularda yapılmalıydı. Ayinlerde bekaret kutsanırdı, yani ana tanrıçanın bakire olduğuna inanılırdı; çünkü onun yeri olan toprağı diğer yüce varlıklar kirletmemişti. Bakir olmasına rağmen onun koynunda yatan her türlü canlı üremeye devam ediyordu. Ana tanrıça ilkbaharda bir kızdır; sonra güneşe bakarak gebe kalır, yaz sonu veya sonbahar gibi de ürününü doğurur. Ay onun simgesidir çünkü hilal bir genç kız, dolunay gebe bir kadın, yarım ay da ürününü vermiş, doğurmuş olgun bir kadını sembolize eder. Bir gün ortadan kaybolur, sonra tekrar hilal olarak karşımıza çıkar; haliyle ölüp-dirilme rutini ona aittir.
Tanrıçamız bakire olduğu için ona kendisini adayacak erkeklerin kefareti ödeyip hadım olması beklenirdi. Gece ayinlerinde ritmik davullar, çınlayan ziller ve çeşit çeşit flütle danslar yapılırdı. Bu coşkulu müziğe kendini kaptırıp dansa kalkan insanlar (olasılıkla) kendi etraflarında döne döne esrimeye geçer, tanrıçayla bir olmanın büyüsünü yaşarlardı. Rivayete göre ayine katılan yeni yetme gençler, olan bitenin muazzam büyüsüyle coşar, yerlerinden fırlayıp rahiplerin onlar için hazırladığı bıçakları kapar ve penislerini kökünden keserdi. Kanlar içinde danslarına devam eder, savruldukları özgürlüklerini yüce tanrıçaları için feda edip onunla bütünleşirlerdi. Zaman içinde bu kefaret sünnete dönüşüp daha kabul edilebilir bir kıvam almış olabilir. Ayrıca, Katolik rahiplerin evlenmemeleri ile daha simgesel bir boyuta da taşınmış görünüyor. Gizem tapılarını Kötülüğün Tarihi yazı dizisinde daha geniş ve detaylı inceleyeceğimiz için burada kesiyor ve tanrıçamızın yolculuğuna devam ediyorum.
Sami dinlerinden ilki Musevilik için ana tanrıça tam bir tehditti. O, Museviler için Babil'in İştar'ında kimlik bulmuştu. Kadim tapınım ve ritüelleri, ekonomiyle ilişkisi, kutsal fahişelik kurumu gibi çok etkili silahlarına karşı bir avuç Yahudi'nin mücadelesi çok zordu. Yine de bundan vazgeçmediler. Kitab-ı Mukaddes'in bir çok kitabında Yehova'nın onunla savaşına dair izleri görürüz. Örneğin, Hezekiel kitabında her ne kadar başlığı Sadakatsiz Yeruşalim olsa da, Yehova'dan sapmış Yahudilerden çok bize İştar'ı anlatıyor. Rabbin ona nasıl bakıp büyüttüğünü, güzelliğine övgüsünü, yeşerince kendisine nasıl eş aldığını anlatarak başlar. Fakat, o (yani İştar) bunun değerini bilmeyip kibire kapılır, kendisine süslü tapınma yerleri yapar ve daha da fenası fahişeliğe başlar. İşte Rab buna çok kızıp, onu lanetler ve nasıl cezalandıracağını anlatır. Yeşaya kitabının Babil'in Düşüşü adlı kısmında biraz daha spesifik davranıp ona "Kildani Kızı" diyor. Kildani'lerin o dönemde Babil'deki krallık soyu olduğu biliniyor. Diğer bir anlamı ise büyücü soyu; unutmayalım, yıldız falı ve diğer okültistik yaklaşımlar tam İştar'a göredir. Bu kitapta onu nasıl cezalandıracağı ve rezil edeceğini uzun uzun açıklar. Diğer bir örnek ise Hoşeya kitabından. Burada biraz daha kucaklayıcı bir tavırla, İştar'ı önemli rakibi (eski kocası) Baal'den ayırıp kendisine nişanlar. Artık, varlığını hak yoluna adaması gerektiğini söyler.
Her ne kadar bir çok yerden saldırı olsa da, Ana Tanrıça uzun bir süre daha tahtından edilememiş. Bunun en güzel örneğini Efes'teki Artemis kültünde görüyoruz. Hıristiyanlık bölgede hakimiyeti sağlayıp diğer dinsel düşünceleri yerinden ederken, kadim bereket kültüne bağlı Artemis varlığını korumuş. Silah, siyaset ve propaganda onun üstesinden gelemeyince bir ortaklık kurulmuş. Artemis'in Efes'in sırtını dayadığı dağlarda doğup büyüdüğüne inanılıyordu. Kendisi bakire ve simgesi hilaldi. Ayrıca, heykellerinde başının üstünde bir kulesi var ki, bu Hititlere kadar izleyebildiğimiz bir geleneğin sonucudur. Kybele'nin başında da medeniyeti simgeleyen bir kule vardı. Ayrıca, Artemis’in vücudunu saran yumurtalar, memeler, hayvan yavruları, bitki filizleribereket kültünün bir yönetim özeti gibidir. Kadim bir tanrıçanın şahsına yaraşır bir tapınağı olmalıdır ki; Artemision da dünyanın yedi harikasından biridir. Bu kadar görkemli bir düşüncenin (varlığın) yıkılması kolay olmadığı için çözüm ortaklığına gidilmiş olmalı ki; Meryem Ana'nın da barınağı Efes'in sırtını dayadığı dağlardadır. Meryem Ana (ay ışığında harika görünen) bembeyaz bir elbise giyer, ellerini kucağında bir şey taşıyormuş gibi açar, başı yarı eğik biraz toprağa, biraz kucağında olmayana bakarak bizi karşılar. Kendisi bakiredir; masumiyet ve ana olmanın simgesidir. Nasıl ki Ana Tanrıça evreni ve onun aşkın varlıklarını doğurduysa, o da aynı şekilde eşsiz birisini, Mesih'i doğurmuştur. İlkel Dinler Tarihi - 19 (Cahiliye Arapları) adlı bölümde gördüğümüz gibi Allah'ın Kızları denilen Lat, Menat ve Uzza'yla dişil, Hübel'le eril olarak Arabistan yarımadasındaki panteona girmiş, hilal simgesini taşımış, olasılıkla Kabe'nin yönü için kendi kadim adından türemiş bir terimi, kıbleyi lügata sokmuştur.
Ana Tanrıça fikrinin bir çok yerde birbirinden bağımsız doğduğunu biliyoruz. Hangi klanda veya coğrafyada daha önce başladığı tarihi anlamda (en azından benim açımdan) bir önem teşkil etmiyor. Ana Tanrıça bizimdir demek komik olur, çünkü ata kültü kadar evrenseldir, doğaldır. O yüzden biz fikrin kendisine odaklanırsak, eminim çok daha fazlasına ulaşacağız. Şu ana kadar onu sadece dinsel düşünce ve inanç tarihinde izledik, ama diğer bir düzleme yani sanata kayarsak bir çok yerde yine karşılaşıyoruz. Örneğin, Yüzüklerin Efendisi'ndeki Cate Blanchett'in can verdiği Galadriel karakteri... Ya da, Frank Herbert'ın efsane serisi Dune'daki Şerefli Analar adlı (göreceli kötü niyetli) kadın grubunun kutsal fahişeliği taşıdığı yeni boyut... Matrix'de mimarın sistemin dışına atmaya çalıştığı ama bir türlü başaramadığı kahin... Birkaç örnek de karanlık taraftan; tabi en başta Lilith... Hayvanların efendisi motifinden savrulup Exorcist'de zavallı masum kızlara eziyet eden Pazuzu... Lohusa dönemindeki genç annelere musallat olan Alkarsı... Kendisini Kötülüğün Tarihi, Korku Edebiyatı, Ütopya Edebiyatı, Savrulmuş Mitler, Bilimkurgu Edebiyatı ve daha aklıma (şu anda) gelmeyen bir çok yazı dizisinde konuk etmeye devam edeceğiz.
Çok yaşa Ana Tanrıça!
Sevgiler
コメント