Merhaba,
Bu yazıda Sümerlerin kahraman kralı Gılgamış'ın mitlerine bakacağız. Kahraman kralımız, burada ele alacağımız efsane ve hikayeleriyle paleolitik dönemle ilgili öne sürdüğümüz totemleşen ata modeline çok iyi bir örnek teşkil edecektir. M.Ö. 2 binli yılların ilk yarısında Uruk'ta hüküm sürdüğü düşünülen Gılgamış'ın yönetimi ve zaferleri o kadar etkileyiciydi ki, Mezopotamya'da adına mitler yazılacak kadar önemli bir yer edindi. Bu mitler onu bir rol model haline getirip insanüstü bir kimliğe büründürmüştü. Louvre Müzesinde sergilenen bir kabartmasına bakarsak koca bir aslanı evcil kedi gibi kucağına alan, heybetli ve güçlü bir savaşçı ve tanrısal bir kraldı. Mitlerini okumaya başlayalım.
Tarihte hep olduğu gibi, bu kadar güç ve iktidar bir araya gelince, bunların ayrılmaz parçası kibir de Gılgamış’ın benliğini sarar, onu acımasız bir varlığa çevirir. Halkına zulmeder; onları yemeden içmeden çalışmaya sevk edip üstlerine korku salar. Tarihte adı konulan ilk insan tiran Gılgamış, bundan da öteye geçip, prima nocta uygulamaya başlar. Evlenme arifesindeki genç kızların evlerine girip onlarla ilk geceyi geçirir. Utanç verici bu duruma kimse engel olamaz. Tanrılar olan biteni görüp, Gılgamış'ı durdurmaya karar verir. En az onun kadar güçlü Enkidu'yu yaratıp Dünya'ya gönderirler. Fakat, Enkidu vahşi, eğitilmemiş bir insandır. Haliyle Dünya'ya gelince şehirlerden uzak durur, hayvanların arasına karışır. Onu Gılgamış'ın karşısına çıkarabilmek için önce medenileştirmek gerekir. Bunu da bir mabet fahişesi olan Shamhat yerine getirir. Enkidu'yu su içmeye geldiği bir pınarın başında karşılar, güzelliğiyle onu büyüler ve kendine bağlar. Beraber geçirdikleri süre boyunca ona insan gibi davranmayı, konuşmayı, adap kurallarını öğretir. Sonra, Uruk'taki büyük kral Gılgamış'ın zulmünden bahseder ve insanları ondan kurtarmasını ister. Enkidu şehre gelir ve Gılgamış'la dövüşmeye başlar. Uzun süren müsabakayı Gılgamış kazanır ama Enkidu'nun cesareti ve gücüne de hayran olur. Böylece bu iki dev arkadaş olurlar. Gılgamış, Enkidu'nun da telkinleriyle, halkına nasıl eziyet ettiğini fark edip pişman olur ve bundan sonra onların iyiliği için çalışacağına ant içer. Enkidu'yla beraber birçok maceraya atılırlar.
Diğer mitlere geçmeden, burada bir durup, Gılgamış'ın lansmanı diyebileceğimiz bu miti biraz daha detaylı inceleyelim. Gılgamış'ın Enkidu'yla beraberliği için öne sürülen zalimliği ve eziyetleri bize iki şey gösteriyor. Birincisi paleolitik çağdan bu yana incelediğimiz totemleşen ata mitinin arkasındaki ambivalan duyguları, yani ataya karşı hem sevgi hem de nefret dolu hisleri. İkincisi ise tarihte ilk defa resmi belgelere yansımış, bir insan tarafından yapılan kötülüğü. Görünen, Gılgamış zamanında hem sevilen, hem de korkulan birisiymiş ki, diğer bütün hükümdarları aşıp bu mertebeye yükselmiş. Mitleri sadece Sümerler değil, devamında gelen Babil inancında da görülür. Haliyle, Mezopotamya'da uzun bir süre varlığını koruyan, neredeyse İnanna kadar etkili birisiydi. Tanrı değildi ve diğer mitlerde de göreceğimiz gibi ölümsüz de olamadı. Fakat hırsı, azmi, cesareti o kadar yüksek ki; hem güçlü bir lider prototipi yaratıyor hem de iktidarının karanlık tarafını sergiliyordu. İşte bu ikircikli yapısı (her ne kadar tecavüzün bir özürü olmasa da) onu gerçek bir insan, iyisi ve kötüsüyle bir lider ve Enkidu ile kurduğu çok güçlü bağ sayesinde bir dost yapıyordu. Belki de tarihteki ilk insanlık komedyasını bize Gılgamış destan ve hikayeleri sunuyor. Mitlerine devam edelim.
Gılgamış'ı, Sümer mitolojisinde ilk defa İnanna'nın Fırat kıyısında bulup Uruk'a getirdiği ağaçtan istilacı canavar ve cinleri kovalarken görmüştük. İnanna onun kahramanlığını ağacın gövdesinden yaptığı (olası) bir davul ve tokmağıyla ödüllendirmişti. Gılgamış, daha sonra bu davul ve tokmağı kaybeder. Her yerde onları arar ama bulamaz, üzüntüsünden kahrolur. Enkidu bunu görüp yeraltı dünyasında davulu aramaya gider. Fakat, karanlık dehlizlerde kaybolur ve geri dönemez. Başka bir mitte daha Enkidu yeraltı dünyasında kaybolacaktır, ama şimdilik yeraltını bırakıp ikilinin diğer maceralarına bakalım; kaybolan davulla tokmağı da unutmayalım. Bunlardan ilki tanrıların sedir ormanına ağaç kesmek için gidişleridir. Ormanın bekçisi Humbaba adlı dev onlara izin vermez. Dövüşüp üstesinden gelirler ve ağaçları kesip, keresteyi Uruk'a getirirler. Mezopotamya'da ormanlık alan nadir görülür. Bulunan az miktarda örneğin de tanrılara ait olduğu düşünülür. İşte Gılgamış, bu tanrısal bölgeleri işgal edip koruyucusu canavarı öldürmüş, sedir ağaçlarını insanların kullanımına sunmuştur. Bu iki mitte bize ilgili bölgede ne azsa (ve talebi yüksekse) efsanelerin onların çevresinde döndüğünü gösteriyor. Benzeri bir hikayeyi, geniş ormanlık alanlara sahip Kelt ve Germen'lerde görmeyiz, onların arzuladıkları şeyler çok farklıdır. Arzu inancın bir tetikleyicisidir; korku kadar güçlü olmasa da.
Diğer bir mitte, İnanna onun maceralarını hayranlıkla izler. Kendisinin eşi olmasını teklif eder ama Gılgamış bunu reddeder. Gerekçe olarak da eski eşi Dumuzi'ye yaptıklarını gösterir. İnanna'nın Dumuzi'yi yeraltına yolladığı miti hatırlayalım. Hırslı ve gaddar tanrıçamız İnanna buna çok sinirlenir ve babası Anu'ya cennetin boğasını dünyaya yollayıp Gılgamış'ı öldürmesi için yalvarır. Ha, eğer yollamazsa yeraltı dünyasına girip kapılarını açacağını, ölüleri serbest bırakıp dünyaya çıkmalarını sağlayacağını ve herkesi yiyeceklerini söyler. Tarihteki ilk zombi istilası riskini göze alamayan Anu, cennetin boğasını Gılgamış ve Enkidu'nun üstüne salar. İkilimiz, uzun bir çarpışma sonucunda boğayı öldürürler. İnanna, hırsından çatlar ve ikisini de lanetler. Bu arada diğer tanrıların da keyfi kaçmıştır. Otoritelerinin sarsıldığını düşünürler. Cennetin boğasını öldüren kahramanlarımızdan birisinin ölmesi gerektiğine hükmederler ve Enkidu hasta olup ölür. Gılgamış kahrolur, çok üzülür ve kendi başına da gelme olasılığından korkup ölümsüzlüğün ilacını aramaya başlar. Bu sırada Enkidu onu bir rüyasında ziyaret eder. Kendisine yeraltı dünyasından haberler getirir. Gılgamış, bildiği herkesi sorar. Tanıdığı insanların karanlık dehlizlerde amaçsızca dolaştığını, sessiz, dipsiz ve zamansız bir kuyuda ölümden sonrasını yaşadıklarını öğrenir. Ceza ya da ödül yoktur, sadece anlamsızlık ve boşluk vardır. Gılgamış bundan çok korkar ve ölüme çareyi bulacağına yemin eder.
Gılgamış'ın ölümsüzlük peşindeki yolculuğuna geçmeden bu yeraltı dünyasıyla ilgili biraz konuşalım. Birincisi İnanna'nın babasına savurduğu tehditlerden öğrendiğimiz kadarıyla ölüler yaşamaktadır ve insanlarla araları pek iyi değildir; eğer dışarı çıkarlarsa onları yiyeceklerdir, yani bunlar birer zombidir. Yazı dizisinin başından beri bizi takip eden (musallat olan) ata modeline çok güzel bir örnekle karşı karşıyayız. Onları gömsek de, tabutuna çiviyi çaksak da, eğer ruhlarını yatıştırmazsak bize musallat olurlar. Bu inanış neredeyse evrensel ölçektedir ve yazıya dökülmüş ilk versiyonunu Sümerlerde görüyoruz. Diğer bir önemli ayrıntı ise yeraltı dünyasının genel görünümüdür. Özetle, karanlık ve derin mağaralardan oluşan bu dünyadaki yaşam (yani ölüm sonrası yaşam) pek de iç açıcı değildir. Ne kadar iyi veya kötü birisi olursanız olun bunun karşılığı sadece anlamsız bir boşluktur. Yaşamda yapacaklarınız orada kalır ve performans notunuz emekliliğinizi etkilemez. Tanrılara tapmak sadece dünyadaki nimetlerle ilgilidir; ayrıca hayatı daha da zorlaştırmamaları, üstünüze afetler göndermemeleri için onları sakinleştirmelisiniz. Öbür taraftaki yaşamla ilgili bu tekdüzelik ve nötrlükle bir çok dinsel inançta karşılaşırız. Cennetten kovulma mitiyle karıştırmayalım, orada bahsedilen bahçe tanrıların yaşadığı bir yerdir; biz oradan tamamen kopmuş, dünyadaki hayatımıza savrulmuşuzdur. Bizi sonrası için o bahçe beklemez, yolumuz aşağı doğrudur, toz, toprak ve külden ibarettir. Özetle, rahibin inananlara satacağı bir cennet tapusu yoktur. Rahip sadece rahiptir, bir kamu çalışanıdır. Kutsallığın vücuda bürünebileceği tek kişi, tanrının (eski adıyla atanın) dünyadaki biricik temsilcisi olan kraldır. Onun da başının beladan kurtulmadığını ve bazı sınırları aşamadığını gördük, görmeye devam edeceğiz. Bakalım Gılgamış'ın yolculuğu nasıl gidiyor...
Kralımız dağlara doğru yol alır. Çeşitli maceralardan geçip, ölümsüzlüğün izini nerede bulacağını öğrenir. Görüşmesi gereken kişi Utnapiştim'dir. Onu bulabilmek için bir mağaraya girip, 12 gün boyu karanlıkta yürür ve bir denizin kıyısına çıkar. Burada tanrıların kayıkçısı Urşanabi ile karşılaşır ve kendisini karşıya geçirmesini ister. Denizin diğer tarafında bir evde yaşayan Utnapiştim'i bulur. Ona kendi hikayesini anlatmasını ister. Utnapiştim tufan mitini anlatır; tanrıların gazabını, teknesini, insanların küçük bir kısmını nasıl koruduğunu ve sonrasını anlatır. Tanrıların öfkesi yatıştıktan sonra ölümsüzlükle ödüllendirildiğini ve ondan beri burada eşiyle beraber yaşadığını söyler. Gılgamış, ölümsüzlüğe ulaşmak için ne yapması gerektiğini sorar. Bunu mümkün kılması için uyumaması gerektiğini öğrenir. Gılgamış bunu dener, fakat uykuyu yenemez ve 7 gün boyunca kesintisiz uyur. Kalkınca yaptığına pişman olur ve Utnapiştim'e başka bir yol için yalvarır. O da her ne kadar ölümsüzlüğün ilacı olmasa da iyileştirici ve yenileyici özelliği olan bir ottan bahseder. Gılgamış, denizin dibinde yaşayan bu ottan dalıp bir parça çıkartır. Fakat, sahilde otu bir yılan kapıp götürür. İşte yılanların deri değiştirip kendilerini yenileme özelliğinin bu ottan kaynaklandığı düşünülür.
1880 yılında bu mit Avrupa'da yayınlandığında büyük bir sansasyon yaratmıştı. Kitab-ı Mukaddes'te geçen tufanın birebir aynısının Babillerden kalma bir kil tablette görülmesi bir anda bütün dengeleri bozmuştu. Tek tanrılı dinlerin hepsinde yer alan bu mitin başka inançlarda ve kendilerinden önce görülmesi bir şeyin devam ettiğine dair çok önemli bir kanıttı; inançlar kümüle oluyor, kendilerinden sonra gelen yeni bir inanca mit, simge ve imgelerini transfer ediyorlardı.
Bunların arasında tufan mitinin ayrı bir yeri vardır. Tufan miti evrenseldir, neredeyse her inanışta bir örneğini görüyoruz. Uzaklardan bir örneğe bakalım; Avustralya yerlilerinin tufan mitinde canavar kurbağa Dak tüm suları yutar. Hayvanlar susuzluktan kırılır, Dak'ın ağzını açıp suları bırakması için onu güldürmeye çalışırlar. Kurbağa gülmez, suyu bırakmaz. Sonra bir yılan gelip, yerde kıvrılıp yuvarlanır. Dak dayanamaz gülmeye başlar, ağzı açılınca sular da serbest kalır. İşin içinde yine sular vardır, bir yıkım ve yapım, ölme ve dirilme ikilisi görülür. Ayrıca, kurbağa bir ay hayvanıdır. Geceleri ayı gördüklerinde vraklayıp dururlar, insanı bezdirirler; ta ki bir yılan bulundukları bölgeye yaklaşıncaya kadar. Özetle, ölüp dirilmeyi baz alan tufan mitinin evrensel ölçeği şüphe götürmezdir.
Bunun dışında Gılgamış destanı bundan 4 bin yıl önce bile ölümün nasıl derinden sorgulandığını gösterir. Aralarındaki en güçlü ve kudretli kişinin bile bunu aşamayacağını bu destanla göstermek istemişlerdir. Daha önce de bahsettiğimiz gibi atalarımız ölümü bitmeyen bir uykuya benzetmiş olabilir. Utnapiştim de bu yüzden Gılgamış'a uyumamasını, bu ihtiyacını aşmasını öğütler. Aşamadığı için de ölümlü olduğunu ona gösterir, bunu kabul etmesini bekler. Şu ana kadar incelediğim mitlerin çok az bir kısmında tanrıları uyurken görüyoruz. Haliyle, evet, ölümsüzlüğün bir göstergesi de uyumamak olabilir. Bu konu çok önemlidir, çünkü inananların nihai sınırlarını çizmesini sağlar. Ölümsüzlük bizim değildir, var etmek kadar yok olmamak da bizim gücümüzün ötesindedir. Sadece tanrılar düşüncenin kadiri mutlaklığına sahiptir; var ederler ve yok olmazlar. Sürekli ölüp dirilen ve bu sayede ölümsüz olabilen şaman da artık yoktur. Davul ve tokmağı kaybolmuş, vecd hale geçip haberleştiği ruhlarla iletişimi kesilmiştir. Gılgamış’ın davul ve tokmağını kaybedişini hatırlayalım. Bize net bir mesaj verilmektedir; ne yaparsak yapalım ölürüz ve öbür tarafta bizi bekleyen şey toz ve küldür.
Özetlersek, cennetten kovulduğumuz için tanrı bahçesi bizim için sadece bir hayaldir. Tufanla beraber geçmişle bağımız kesilmiştir. Geleceğin yolu nettir; ölürüz ve yeraltı dünyasında "dururuz". Haliyle diğer (cennetvari) alemlerden soyutlanmış bizlerin tek yapması gereken dünyevi nimetlerin keyfini çıkartıp, panteonu hoş tutarak bereketi arttırmak (yani üremek, üretmek), afetler ve hastalıklardan korunmaya çalışmaktır. Böylece tam bir "insan" oluruz ve buna göre yaşarız, Sümer mitleri bize bunu anlatır.
Peki, bu evren nasıl yaratıldı? İnsanlar neden ve nasıl ortaya çıktı? Gelecek bölümde tarihteki ilk kapsamlı yaratılış mitine, Mezopotamya inançlarının kozmogonisine giriyoruz.
Sevgiler
Comments