Merhaba,
Fen Lisesinin ikinci yılında, egzersiz yapıp fit olmaya karar vermiştik...
Yok, vermedik... Şaka yapıyorum...
Biz kim, fit olmak kim...
Aslında rutinden sıkılmıştık. Her ne kadar ortalama bir lise öğrencisine göre çok renkli ve heyecanlı bir hayatımız olsa da, insan doymuyor işte. Kimin aklına geldi hatırlamıyorum, bir koşu furyasına kapılmıştık. Fen Lisesinin arkasında seyrek ağaçlı, çoğunlukla kel kabak tepeler ilgimizi çekmişti. Dersler bitince, iki üç arkadaş birleşip bu toprak yolda bilip bilmeden nefes nefese koşuşturuyorduk. Zamanla ciğerlerimiz açıldı, kaslarımız güçlenmeye başladı ve parkurumuz uzadı. Günün birinde kendimizi eski bir köy mezarlığında bulduk. Yerleşim adına bir şey kalmamış, bozkırda tek başına yatan ıssız ve soğuk bir mezarlıktı. İçine girip mezar taşlarına bakarken, toprağın pek sağlam olmadığını fark edip, çöker korkusuyla kaçıştık. Daha sonra çok kabus görecektim o mezarlıkla ilgili. Neyse, cesaretlenip daha uzaklara koştukça, farklı bir alemin izlerini görmeye başladık. Yurda dönünce öğrendik ki, ODTÜ'ye yaklaşmışız. Hayallerimizi süsleyen okula bu arka yoldan girmeye karar verdik.
Bir cumartesi günü, öğleden sonra yola çıktık. Uzun bir yürüyüşle, aşina olduğumuz bölgeyi aştık. Bozkırın kuru, tozlu ve rüzgarlı tepelerinin yerini önce tek tük daha sonra sıkı düzen ağaç kümeleri almaya başlamıştı. Aralarındaki boşluğu maki örtü doldurmuş, biz yürüdükçe yeşilin yoğunluğu artıyordu. Sonunda yolun yapısı da değişti ve daha geniş, temiz ve pürüzsüz bir hal aldı. Orman etrafımızı sarıp bize gölge yapıyor, kuru toprağın soğuk rüzgarına engel oluyor, üstümüze bir dinginlik çöküyordu. Daha sessiz konuşup hayran hayran ormanı izleyerek, nihayet asfalt bir yola çıktık. Bu yoldan bir tepeyi aştık ve önümüze bütün heybetiyle ODTÜ çıktı. Büyülenmiş gibi bakıyorduk önümüzde uzanan araziye. Ağaçların arasına serpilmiş küçüklü büyüklü binalar, bu mesafeden zar zor gördüğümüz yürüyen insanlar, seyrek de olsa bir trafik, kısacası kampüsün yaşamını özetleyen bir hareketlilik önümüze serilmişti. Daha önce de gitmiştik ODTÜ'ye, ama o bir okul gezisiydi ve bu açıdan bakmamıştık.
Yurtlar bölgesine girmiş, şaşkın şaşkın binaların arasından geçiyorduk. Öğrencilerin kimisi sakin sakin bir yere gidiyor ya da dikilmiş aralarında konuşuyor, anlamadığımız İngilizce kelimelerle soslanmış gülüşmeleri veya somurtmalarıyla birilerini çekiştiriyorlardı. Çimlerde oturanlar, banklarda sohbet edenler vardı. Gündelik ya da spor kıyafetleri, erkeklerin uzun saçları, kızların başlarında bereleri, rengarenk atkıları, hepsi birbirinden güzel halleri ile izlediklerimiz bilinmeyen bir düş ülkesindendi. Önceki yazılarda açıkladığım, Fen Lisesinin kasvetli görünümü, inançların çatışması, ergenlik için görece zor yaşam koşulları, kız ve erkekler arasında sertçe çekilmiş çizgiler, toplasanız iki yüz kişinin her gün bir arada dolanıp durduğu bir ortamdan çıkıp gelmiştik buraya. Hayallerini kurduğumuz kampüse girmiş, beklediğimiz gibi her şey çok farklı görünüyordu. Yurtların bittiği yerde bir kafe gördük, Sun Shine adında. Hava kararmış, biz de üşümüş, acıkmıştık. Girip bir şeyler yedik, ama yemekten çok etrafımızı izliyorduk. Dışarıdaki bölük pörçük gözlemlerimiz iyice pekişmiş, buradakilerle bizim hayatlarımız arasındaki fark netleşmişti. Buna üzülmeyi bir kenara bırakıp, ileride bu ortama nasıl katılacağımızı düşünerek Fen Lisesine geri döndük.
Yurtta bir arkadaşımız ODTÜ'nün Bahar Şenliklerinden bahsetti. Kampüs daha da bir şenlenecek, konserler, etkinlikler, sergiler olacaktı. Hepsine katılmamız mümkün değildi, ama en azından bir konsere gidebilirdik, o da gündüz olmak şartıyla. Bulduk buluşturduk, konser planını öğrendik. Grup adlarından pek bir şey anlamasak da birini gözümüze kestirdik ve günü gelince bizim arka yoldan yola koyulduk. En güzel (ama cool) kıyafetlerimizi giymiş, olabildiğince olgun (?) bir görüntüye bürünüp, küçük olduğumuzun fark edilmeyeceğini umarak kampüse girdik. Kalabalığı takip edip, Devrim'i bulduk, stadyum tıklım tıklımdı. Kimisi oturmuş grubu bekliyor, kimisi bir şeyler içiyor, bolca hoş sohbet ve gülüşmeyle taçlanan bu grupları kendi aralarında şarkı söyleyenler, sağa sola laf atanlar didikliyor, ama ne bir arbede, ne bir itişmeye sahne olduğumuz bu neşeli topluluk fokurdayıp duruyordu. Yüzümüze oturan bir gülümsemeyle etrafımıza ürkek bakışlar atıyor, burası nasıl bir yer, bunlar insansa biz neyiz diye birbirimize soruyorduk. Bu esnada hoparlörlerden bir cızırtı yükseldi ve Rage Against the Machine köpürdü. Radyoda duymuştum ama burada havası bir başkaydı. Killing In the Name izleyicileri doldurdu, taşırdı, herkes havaya girip olduğu yerde dans etmeye başladı. Müziğin protest ve agresif havasına kapılmış, hipnotik dans figürlerini takip ediyorduk. Son iki senedir kısılıp kaldığımız döngüden dışarı çıkmış, biz de başkalaşmıştık. Üniversitenin özgürlüğünü tadıyor, yeri geldi mi protesto ediyor, ama bunu yaparken bile çok eğleniyorduk. Kampüs çok güzeldi, bizi kucaklamıştı. Yanımızdakiler yabancı olduğumuzu anlamıştı herhalde, ama hiç bozuntuya vermeden bize gülümsüyor, öğretir gibi dans figürlerini gösteriyorlardı. Bu ısınma turlarından sonra grup sahne alıp, eşsiz bir punk rock performansı sundu dinleyicilere. O günlerde çok ünlü olan Green Day'den Basket Case, Offspring'den Come Out And Play... Biz metalci gençler, önce yadırgadık ama sonra akıntıya kapılıp, hopladık, zıpladık, tepindik. Punk Rock'ın bizimkilere göre daha yumuşak tınısı, politik ve protest içeriği, eğlenceli melodileriyle birleşince, üniversite ortamını kucaklamış, çoğunluğun sesi olmuştu. Coşkuyla, aşkla dolmuş kalplerimiz güm güm atarken, ne yazık ki bize ayrılan sürenin sonuna gelmiştik. Okula zamanında dönmezsek dışarıda kalma tehlikesi vardı. Biz ayrılırken, grup iyice coşmuş, stadyum sallanıyordu resmen. Başlarımızı eğip yola koyulduk ve Fen Lisesine geri döndük.
Geçen zaman içinde koşularımız devam etti. Bir akşam biraz geç kaldık, yurt kapıları bir saatliğine kapanmıştı. Bu da enteresan bir uygulamaydı. Akşam 17'de dersler biter. 18'de yurt kapısı kapatılır, yoklama alınırdı. Çarşı izni yazdırmadıysan ceza yersin. 18-19 arası yemek için kapılar açılıp yemek diye bir şeyler önümüze sürülür, sonra yurt kapıları tekrar üstümüze kilitlenirdi. Biz koşuya derslerden hemen sonra çıkardık, ama bazen kapı kapanma saatini tutturamazdık. Nöbetçi öğretmenler genellikle müsamaha gösterirdi, ama bu seferki biraz tersti. Bizi içeri almadı, 19'a kadar bekleyin orada dedi. Terli terli, soğuk Fen Lisesi havasında kapı önünde oturup içeri alınmayı bekledik. Olası beslenme yetersizliği ve hijyenin bilinmediği yurt ortamının da katkısıyla bağışıklığım çöktü ve ben örneğini bir daha görmeyeceğim bir gribe yakalandım. Ağrı, sızı, kusma, öksürük her şey bir olmuş, beni yatağa gömmüştü. Bir hafta yerimden kımıldayamadım, tuvalete zor gittim. Arkadaşlarım ellerinden geldiğince baktılar bana. Yemek getirdiler, ellerindekileri paylaştılar, annem telefonda ağladı, dedem Konya'dan bir sürü şey yolladı. Ama grip bu, yatarsan bir hafta, ayakta yedi gün. Bu zor günlerde tesellim müzik olmalıydı ama metal de çekilmiyor ki böyle baş ağrısıyla.
Sonunda fırtına dindi, hava kaldı ve ben yataktan demir alabildim. Odadan çıkıp yurdun karşısındaki kantine gittim. Bir çeyrek ekmek ve bir kase yoğurt alıp bir masaya oturdum. Hayatımda yediğim en güzel yemekti bu. Pek de özel olmayan yoğurda kaşık atıyor, midem bulanmasın diye ekmeği ucundan ısırıyordum. "Biraz havan değişsin" diyen bir arkadaşım bana bir Doors kaseti vermişti. Açtığımda şansıma grubun kült şarkısı Riders on the Storm başladı. Her ne kadar, farklı bir dünyadan mesaj verse de, müziğin harika tınısı, Jim'in hipnotik vokali ve fondaki yol teması hayatımda dinlediğim en güzel şeydi. Aynı yoğurtlu ekmeğim gibi, bu şarkı da ruhuma oturdu, günlerdir boğuşan, zayıf düşmüş bünyeme güç verdi. Hala gözümün önündedir, kantinden çıkıp oturduğum bir bankta, günlerdir yüzünü görmediğim güneşi bütün tenimde hissederken, kapattığım gözlerimle ortamla arama bir set çekmiş, içime dolan yağmurla süslenmiş klavye solosunu dinlemiştim. O zaman bilmesem de, bu bende bir değişikliğin başlangıcıydı. Müzik zevkim zamanla değişecek, daha önce paylaştığım Progressive Rock'a kayacak, ama Jim Morrison o gün çıktığı tahtını hiç kaybetmeyecekti. Fakat bunun için erkendi, daha Heavy Metal'de çok yolum vardı.
Peki, neden Bilinmeyen Bir Ülkeye Düş Yolculuğu? Bu ismi H.P Lovecraft'ın Bilinmeyen Kadath'a Düş Yolculuğu adlı fantastik sınırları zorlayan, okurken nasıl absürt bir yaratıcılıktır bu dedirten uzun öyküsünden esinlendim. Her ne kadar tam karşılamasa da, o günlere dönüp baktığımda evet ODTÜ'ye yaptığımız bu kısa geziler, birer düş yolculuğuydu bizim için. Ortam farklı, hatta absürttü. Çünkü, biz belli bir döngüden ötesini göremiyorduk. Ders çalış, 'sözde' yemek ye, ilişkilerde çok dikkatli ol, bol bol içine kapan, kendi aleminde yaşa... İşte böyle bir ortamdan çıkıp ODTÜ'ye gelince, hele bir de bahar şenliğinde kendimizi düşte sanmıştık.
Yolculuğum burada bitmedi. Çünkü kötülediğim cenneti daha kaybetmemiş, nelere nankörlük yaptığımı daha anlamamıştım. Gelecek yazıda, Fen Lisesi'nden ayrılmış İzmir'e dönüşüme ve buna eşlik eden, daha da sertleşmiş müzik zevkime bakacağız.
Sevgiler
Comments