Merhaba,
Bir önceki yazıda Fen Lisesinin ilk yılı bitmiş, ben yeni müzik zevkimle eve dönmüştüm. Ergenliği sivilce, pasaklılık ve tuhaf hareketlere indirgeyen yetişkinlerin böyle bir müziği dinleyen çocuğu potansiyel satanist olarak gördüğü bir dönemdeydik. Haliyle kaseti teybe koyup orta yerde bangır bangır trash dinleyemezdiniz. Komşular acımaz, eve polis çağırırlardı. Ama sebep ses değil, öfke kusan sert vokal, hızlı ve karmaşık gitar ve davul partisyonlarıydı. Diğer bir deyişle müziğin tınısıydı, anlamı değil. İşte ben Fen Lisesi fanusundan çıkıp eve dönünce bu gerçekle karşılaştım. Kasetlerimden birisini teybe koyup çaldığım parçayla ritim tutarken, annem koşup geldi. Komşular, mahalle, cadde, şehir hepsi bir anda dehşete düşmüş, evimize doğru harekete geçmişti. Ailemizin geleceği için o kaseti hemen kapatıp, daha "kabul edilebilir" bir şeyler dinlemeliydim. İtiraz edemeden kös kös walkman'ime geri döndüm. Üstelemedi annem, ergenim ya, doğaldı içime kapanmam.
Bir süre sonra, eşyaları toplayıp yaz tatilimizi geçireceğimiz Karaburun-Mordoğan'a doğru yola koyulduk. O zamanki dar yollarda birbirinden güzel koylarına dantel ata ata giderken, kulaklarımda Metallica'nın belki de en sert albümü patlıyordu; And Justice For All... Bitmek bilmez melodi tekrarları, sert geçişleri ve efsanevi One şarkısıyla gece ve gündüzlerimi dolduruyordu bu albüm. Metallica-One klibini dikkatinize sunuyorum. İzlediğiniz sahneler Johnny Got His Gun adlı Dalton Trumbo'nun kitabından uyarlama filmden geliyor. 1. Dünya Savaşı gazisi Johnny felç olmuş, iletişim yeteneğini kaybetmiş bir gazidir. Askeri hastanede yatalak bir halde ölümü bekler, ama bir türlü gelmez. Aklına mors alfabesini kullanarak hastanedekilerle iletişime geçmek gelir ve bunda başarılı da olur. Doktor ve komutanlara savaşın acımasız sonuçlarını insanların görmesi için kendisini halka açık alanlarda sergilemelerini teklif eder. Fakat, klasik sebeplerden kabul görmez. Sonra, ötenazi hakkını talep eder, o da kabul edilmez. Karanlığın içinde yaşayan bir ölü olarak terk edilirken, o hala morf alfabesiyle S.O.S. sinyali vermektedir, bir umut birisi onu öldürsün diye. Tam bir Edgar Allan Poe hikayesi bu filmin telif haklarını da Metallica almıştır, One klibinin kesintisiz yayını için.
Ben bu politik, isyankar, agresif fikirlerle tıkınırken, daha ılımlı gerçekler yüzüme çarpıverdi. Mordoğan'a yeni gelmiştik, hiç arkadaşım yoktu. Gün boyu müzik, kitap gitmiyordu. Yaşımın getirdiği özgüven eksikliğiyle, tek başıma gidip bir yerlerde denize giremiyor, ailemle olmaya da çekiniyordum. Hadi biraz bisiklet, biraz yürüyüş falan derken, ittire kaktıra günleri harcıyordum ama yükselen hormonlarım eğlence, aksiyon ve belki karşı cinsle bir temas bekliyordu. İşte bu karmaşa içinde bir gün sahilde gezerken ortaokul arkadaşlarıma rastladım. Meğer, Ege Üniversitesi çalışanları için bir kamp varmış ve bizim ortaokul BAL (Bornova Anadolu Lisesi) tayfasından bir çoğunun anne babası oradan yer tutuyormuş, onunla karşılaştık. Bu harika fırsat sayesinde, bir anda kendimi zengin bir çevre içinde buldum. Bol eğlence, deniz keyfi ve karşı cinsle ilk temas çok güzeldi. Fakat, Fen Lisesinde içine girmeye başladığım egzantrik kültür etkisini göstermeye başlamıştı. Ötekileşme tehlikesi doğuran müzik zevkimi kendime saklamam gerektiğini hemen öğrendim. Ayrıca, okulda içine derinlemesine daldığımız tartışmaların (bilim ve din hakkında) burada pek kabul görmediğini de anladım. Fakat, bu arkadaşlarımın bu konularda yetersiz kalmasından değil, yaz tatilinin keyfini çıkarmayı tercih etmelerinden kaynaklanıyordu. İşte ben de bu rüzgara kapılıp günlerimi bol kahkaha, sohbet, deniz ve akşamları dansla geçirmeye başladım. Ama, gece eve döndüğümde yaptığım ilk şey Walkman'ime Metallica'yı koyup, geçici (ve arayıştaki) özüme dönmekti.
Yaz tatili böyle tuzlu tuzlu geçerken, hayatımın ilk aşkıyla karşılaştım (Bu kısmı eşim Gamze'nin anlayışına sığınarak paylaşıyorum). Sarışın, cıvıl cıvıl, hoş sohbet bir kızdı. Her ne kadar ondan hoşlanmış olsam da, onda da aynı ışığı görsem de ilişkimiz yürümezdi. Biz ayrı dünyaların insanıydık, aramızda 2 yaş vardı. O zamanların ergen sosyal nizamına kesinlikle aykırı bir şeydi bu. Sevgililer (?!) arasında yaş farkı en fazla 1 olabilirdi, ötesi töreye aykırıydı. Bu erdem fışkıran yeminimiz aramıza girmişti, ben de tarikata bağlılığımı korumuştum. Ama, bu beni beklemediğim bir şeye sürükledi. Geceleri uyuyamıyor, gün doğunca denizde buluşacağımız saati beklemek (ki usülün bir parçasıydı yine...) işkenceye dönüyordu. Yemeden içmeden kesilmedim, hala domuz gibiydim ama bu ayrı kaldığımız sürenin zulmünü Metallica'nın riff'leri bile çözemiyordu. Kızımız grunge dinliyordu. Kurt Cobain hastasıydı ki, o dönem rock dinleyen / duyan herkes öyleydi. Büyük müzisyen daha yeni intihar etmişti ve bizim ortak yaz kültüründe ilahi bir pozisyona çıkmıştı. Tabi, biz bu konuda derinlemesine (?) tartışmalara giriyor, engin müzik bilgimizle asıl olan (yani kozmolojik hakikatin) hangi tür olduğunu bulmaya çalışıyorduk. Törenin aşılmaz duvarları ardında birbirimize baktığımız, hoş sohbetle soslanmış deniz ve akşam eğlencelerimiz bitti gitti sonunda. İçimizde kopan fırtınalara gem vurmayı bilip, vatana millete hayırlı birer vatandaş olarak ayrıldık Mordoğan'dan.
Samanın bile güleceği alevimiz sönmüş, okula geri dönmüştüm. Evdeki sesten kaçıp, birkaç gün erken gelmiştim. Yurtta karşılaştığım bir arkadaşım bana Metallica - Ride the Lightning albümünü verdi. Albümde çok önemli dört şarkı vardı;
· Fade to Black. Romantik denilebilecek girişiyle sizi esir alan bir sonbahar şarkısıydı, en azından benim için. Bu şarkı daha önce bahsettiğim Welcome Home (Master of Puppets) ve One (And Justice For All...) şarkılarının öncüsüydü.
· For Whom the Bell Tolls. Ernest Hemingway'in aynı adlı kitabında yer alan bir geleneği paylaşıyordu bizimle. 1930'ların sonunda, İspanya'daki iç savaş döneminde, birisi cephede öldüğü zaman kilise çanları çalar, bütün kasabalı endişe ve heyecanla şehitin kim olduğunu öğrenmeye çalışırmış. Bu çarpıcı geleneği konu alan şarkının başında duyulan çan sesleri parçayı çok iyi dolduruyor.
· Creeping Death. Bu parçayı mutlaka dinlemelisiniz. İlk yayınından bu yana Metallica'nın en çok çalınan parçasıdır muhtemelen. Eğlenceli ve görkemli yapısının arkasında büyük bir dehşeti barındırır; Exodus'da yer alan Mısır'ın Felaketleri. Bunların arasında en korkuncu sonuncusu, ilk doğanların öldürülmesidir. Tanrı inanmayanların ilk çocuklarını öldüreceği onuncu felaket öncesinde Musa'yı uyarır. İnananların başlarına bir şey gelmemesi için kapılarına kurban edecekleri koyunların kanıyla işaret bırakmalarını ister. Gece Mısır'ın üstüne bütün görkemiyle çöker ve kapısında kan lekesi görmediği evlerin ilk çocuklarını öldürür. Muhtemel, tarihteki ilk büyük çocuk katliamını Exodus: Gods and Kings adlı filmde görebilirsiniz. Buraya, herkesi kucaklayan Tanrının gazabını yumuşatarak çocukların izleyebileceği kıvama getiren (??!!) bir sahneyi de ekliyorum; Walt Disney’den The Prince of Egypt - Death of the First Born. Creeping Death'in ortasında yer alan "Die by my hand" kısmı bize ne olduğunu çok iyi anlatıyor aslında... Çocuklara zulmü, Kötülüğün Yükselişi serisinde ayrı bir dizi olarak ele alacağız, o yüzden park edip son önemli şarkıya geçiyorum.
· The Call of Ktulu. H.P. Lovecraft'ın kozmik korku mitosu Cthulhu'ya Çağrı adlı öyküsünde anlattığı, yüce eskilerin en büyüğü Cthulhu'ya atfedilen bu enstrümantal parçanın girişini aslında Dave Mustaine bestelemiş. Gruptan ayrılıp Megadeth'i kurunca aynı melodiyi diğer bir efsane parça Hangar18'de kullanmış. Ben o zamanlar Lovecraft'ı ve bu yüce eskiyi bilmiyordum. Okulun arkasındaki koruya girip Çiğdem Mahallesine bakan rüzgarlı bir tepede oturuyor, domates peynirle doldurduğum ekmeğimi yerken bu parçayı dinlerdim. Lovecraft'ı ve bu mitosu Korku Edebiyatı serisinde daha detaylı ele alacağız.
İkinci sınıf başlamış, tayfa gemiyi doldurmuş, pupa yelken yeni döneme açılmıştık. Alt dönem öğrencileri gelmiş, biz üstlerine nasıl çullanacağız diye hesaplar yapıyorduk. Engin ve kadim, "Lisede nasıl hayatta kalınır" bilgimizi usulünce (?) paylaşacaktık onlarla. Diğer tarafta yaklaşan sınav stresiyle habire ders çalışıyor, ama bunların dışında bol kitap okuyup müzik dinlemeye de devam ediyorduk. O sene Megadeth'in Youthanasia albümü çıkmıştı. Yine bir çok harika parça arasında birisi bende yer etmiştir; Train of Consequences. Bu sefer kumar konusunu ele alan Megadeth, klipte göreceğiniz gibi bir trende geçen poker partilerine odaklanır. Gitar melodilerine dikkat ederseniz, buharlı trenin ritmik seyrine benzer.
Aynı yılın ikinci döneminde elime geçmiş, o ana kadar dinlediğim her şeyin üstüne çıkan, 1995 baharına benim için damga vuran bir albüm vardı; Symbolic. Death (daha önce bahsettiğim death metal grubu) bu ikonik albümünü piyasaya daha yeni sürmüştü. Ben de, Kızılay turlarımda yeni bir şey var mı diye uğradığım kasetçilerin birinde görmüştüm. Dinlemeye başladığım günden itibaren tutuldum kaldım, diğer kasetlerimi rafa kaldırdım. Bu albümden Crystal Mountain şarkısını dikkatinize sunuyorum. Hızlı ritmler, harika melodiler ve grubun lideri Chuck Schuldiner'in eşsiz vokali karşılıyor sizi. Chuck, 2001 sonunda bir beyin tümörü yüzünden aramızdan ayrılıncaya kadar bu grubun çıkardığı albümler ve konserleri global çapta ilgi odağı olmuştu. Bana müzikal keyfin yanında gençliğimle ilgili harika anılar da bırakmıştı.
Bizim lise dönemimizde orta öğretim başarı puanı diye bir uygulama vardı. Not ortalamanız, okulun ortalamasına kıyaslanıp 80 üzerinden bir puan alıyor, bu üniversite sınav sonucunuza ekleniyordu. Benim ortalamam 5 üstünden 4.5'du, okulunki ise 4.1'di galiba. Böyle bırakırsak, 80'lik kısımdan 40 civarı bir puan alabiliyordum. 1 puanın bile çok önemli olduğu sistemde böyle bir durumu kaldıramazdık. Eğer okulun 4. dönemi bitmeden ayrılıp kaydımı başka bir liseye kaydırırsam bu dertten kurtulma şansım vardı. Böylece yeni okulumun ortalaması baz alınıyor ve hiç bir düz lisede bizimki gibi bir ortalama olamayacağı için 80'e yakın puan alabiliyorduk. İşte bu çarpık düzen yüzünden 3. sınıfların büyük bir kısmı okulu bırakmıştı. Kalan beş on kişi ise, Ankara'da dershaneye gitmeyi tercih edip Fen Lisesinde kalmış, yurdun olanaklarını kullanıyordu. Böyle olunca, okulun ikinci döneminde yurdun boşalan üst katlarına taşınma olanağı doğdu. Biz üç arkadaş, en üst kat köşe odalardan birisini kaptık. 6 kişilik odaya iyice yayıldık ve yeni düzenimizi kurduk. Nereden bulduk bilmiyorum ama bir teybimiz vardı; eski nesil, tek kasetçalar, kocaman çirkin hoparlörleriyle. Her sabah kalk anonsu gelince (bir öğretmen bütün katları gezer, "Haydi oğlum, haydi" diye seslenir, acaba kaç küfür yer bu sırada bilinmez), biz de Symbolic'i koyardık teybe. Sesi sonuna kadar açıp bütün yurda yayın yapıyorduk. İlginçtir, ne katları gezen öğretmen, ne arkadaşlarımız hiçbirisi şikayet etmez, sabahın köründe, buz gibi Ankara soğuğunda kulaklarını Chuck'ın vahşi vokaliyle doldurup etüde giderlerdi.
Dönem sonu yaklaşırken ailemden bir haber geldi. Benim de İzmir'e dönme zamanım gelmiş, transfer olacağım liseyi ayarlamışlardı. Hemen işlemleri başlatmamı istiyorlardı. Ben bir yandan dönüş için sevinirken, diğer yandan Fen Lisesi savanından çıkacağım için üzülmüştüm. Ama, bir dakika... Bu döneme ait muazzam bir keşfimiz var, onu anlatmadan hayatta bırakmam. Bir sonraki yazıya bekliyorum hepinizi, ODTÜ'ye nasıl sızdığımızı, orada ne bulduğumuzu anlatacağım...
Sevgiler
Not: Peki, neden Çeliğe Kan Vermek? Herman Merville'ın efsanevi romanı Moby Dick'ten esinlendim bu adlandırmada. Ahab, demircisinden Moby Dick'i öldürecek zıpkınları demirden döverken su yerine kan vermesini ister. Bunun için de üç kafir zıpkıncısının kanını kullanır. Eh, biz kan vermedik ama emek verdik bu işe. Yıllar sonra yapılan işitme ölçümlerinde, kısmi işitme kayıplarım çıkmıştı. Feda olsun ustalara... :)
コメント