Merhaba,
Fen lisesinin genel görünümünü becerebildiğim ölçüde paylaştıktan sonra biraz daha özele inip, müzik alemine girişimi anlatmak istiyorum. Daha önce yayınladığım Progressive Rock dizisinde bahsettiğim gibi, liseye başlamadan müzik zevkim ailemin 80 öncesi solcu, devrimci ruhlarıyla bağlantılı ustalar (Zülfü Livaneli, Ruhi Su gibi), yeni yerel pop kültürünün isimleri (Kayahan, Nilüfer) ve 80 sonrası kuşakta yükselen, dijital pop-tekno-rap karması (karışımı), yani çok farklı alanlardan bir araya toplanmış, aslında kendisini arayan bir ergenin sırt çantasındakilerdi. Yurda yerleşirken o zamanların bir numarası Walkman'imi de (tabii ki) yanımda getirmiştim. Oda arkadaşlarımdan birisi, duyduğum ama dinlemediğim bir gruptan bahsetti; Metallica. Bana ön yüzü kapkara bir kaset kutusu gösterip, dinlemek istersem alabileceğimi söyledi. Hatırlıyorum, uzun uzun incelemiştim kaset kapağını. Belli belirsiz o efsane Metallica sembolü ve alt köşede bir yılan. Walkman'ime takıp dinlemeye başladım ve yıllar boyu bağımlısı olacağım Thrash Metal'le tanıştım. Aslında, Metallica (albüm), Heavy Metal denen türün bir alt dalı olan Trash Metal'den, Metallica'nın ayrı düştüğü bir çalışmaydı. Türün ve grubun fan üyelerinin bağlı olduğu tarikat için hayal kırıklığı (ki Load albümü ile bu kırıklık pekişti ve tarikat Metallica'dan uzaklaştı) idi, ama benim gibi bu türe alışmamışlar için iyi bir başlangıçtı. Heavy Metal'le ilk temasta akla gelecek şey; korkutucu ağır bir atmosfer, nefret dolu söylemler, öfkeli bir davulun desteklediği, distortion'ın (gitar efekt pedalları) yoğunlaştırdığı gitar ritimleri ve ustalık isteyen sololardır. Çoğunluk için "Bayburt Bayburt olalı böyle zulüm görmemiştir"...
Trash Metal’in merkezinden savrulmuş, yumuşamış stille hazırlanan bu albüm benim için çok iyi bir giriş oldu. Albümde göreceli yavaş ritimler, melankolik melodiler, görkemli sololarla Unforgiven, Nothing Else Matters, Wherever I May Roam gibi dinleyenlerde yer eden şarkılar vardı. Olmayan sevgilisinin melankolisini yaşayan bu kafası karışık çocuğa, kulaklarını patlatma riskine rağmen sesi sonuna kadar açıp dinlediği bu albüm çok iyi gelmişti. Dinledikçe daha da içselleşen müziğin kökenini merak edip, öncüllerini sormaya başladım bilenlere. Bir sürü grup vardı, bir sürü de albüm. Web gibi bir şansımız olmadığı için hangi grup daha iyi, hikayesi nedir araştıramıyor, kulaktan dolma bilgilerle ilerliyorduk. Yakın bir oda arkadaşımla, paramız yettikçe ortaklaşa kaset almaya karar verdik. Duyduğumuz üç beş isim arasından birisine ilk biriken parayı yatırdık ve bir devle tanıştık; Slayer. Trash grupları arasındaki olası en tekinsizle karşılaşmıştık. Tarihçesini de pek bilmediğimiz için, kasetçinin rafından bir albümünü seçtik ve grubun şeytan ayini havasında şarkısı Hell Awaits ile kulaklarımız dolmaya başladı. (*)
Bu arada Metallica'nın geçmişine de bakıyorduk. Her kafadan bir ses çıkıyor, ama en çok şu üçü söyleniyordu; Creeping Death, Master of Puppets ve One. E tabi, ne Youtube ne benzeri bir müzik kanalına erişim olmadığı için, bu albüm sahiplerinden ya ödünç almalı, ya para buldukça gidip bir yerlerde kasete çektirmeli, ya da bir mucizeyle sıfırını satın almalıydık. İşte bu tıngır mıngır bütçeyle ben de Metallica'nın otoritelerce kabul edilmiş gelmiş geçmiş en iyi albümü Master of Puppets'a ulaştım. Daha fazla detay vereyim; beraber kaset aldığımız oda arkadaşım bas gitar çalmaya özenmiş, üst dönem okul rock grubunun basistinden ders almaya başlamıştı. Bas/bariton sesiyle ağzından düşürmediği, unutamadığım Orion'un (**) giriş melodisiyle sabah öğle akşam üç öğün bize zulüm olup, bu motivasyonla işi kıvıracağını düşünüyordu. Ondan bulaşan bu melodiyle, ben de Metallica-Metallica'yı bir kenara bırakıp, Master of Puppets'dan Trash Metal'in en önemli örneklerini dinlemeye başladım. Özellikle bu albümün çok önemli bir görevi vardı benim için; yaklaşan fırtınadan korumak.
Ankara Fen Lisesi, Anadolu'nun zeki çocuklarını çekerdi bünyesine. Bunlar da genellikle muhafazakar ailelerden gelir ve dini değerlere bağlılıkları yüksek olurdu. Hiçbirimizin tam olarak anlamadığı bu değerler ezberle gelmiş, özetle yapılacaklar ve yapılmayacaklardan ibaretti. İçinde bulunduğumuz buhranlı dönem yüzünden hem bu değerleri hem de kendimizi sorguluyor, bitmek bilmez tartışmalara giriyor, ama ne tartışma adabını bilmediğimiz, ne de bu konulara vakıf olmadığımız için bir yere varamıyorduk. Bu içinden çıkılmaz durum, yeterli olgunluğa sahip olmadığımız için ilişkilerimizi derinden etkiliyor, gruplaşmalar ve bunlara bağlı hiyerarşiler oluşuyordu. Ben "İzmirliler" statüsünde olduğum ve rock müzikle ilgilendiğim için tabii ki "öteki"ydim. Ama, diğer yamaçtan sevdiğim insanlar vardı ve ben bir türlü ayrı düşmeyi, onlarla konuşmama, ortaklaşa bir şey yapmama kısmını kabul edemiyordum. Buraya kadar her şey (bence gayet) sağlıklı bir çatışma ve kendini bulma yolculuğunun ekosistemiydi. Ta ki, "Abiler” gelinceye kadar.
Bu “Abiler” dershane öğretmenleriydi ve Fen Lisesi öğrencilerine bedava üniversiteye hazırlık dersi vaat ediyorlardı. Okula gelip, birkaç çocukla konuşmaları yeterli olmuş, bir çok grup kurulmuştu. Hafta sonu okul kapısından kalkan servislerle, bu grupları dershanelere taşımaya başlamışlardı. Ayrıca çok vurucu bir teşvik de vardı paketin içinde; öğle yemeğinde bedava kebap. Biz o sıralar Maslow'un piramidinin dibinde eşelendiğimiz için benimle beraber bir kaç "Metalci" arkadaşımla bu sürüye katılıp, denemekten ne çıkar diye gitmiştik. Hangi dershane hatırlamıyorum ama güzel tertemiz bir yemekhanesi vardı. Fırından yeni çıkmış pidelere ayran eşliğinde yumulurken, bu abilerin bir kaçı masaların arasında dolaşıp yemeği bıraktırdı. Sonra, daha yaşlı bir öğretmen geldi ki, bu abiler onun karşısında saygıyla el pençe divan durdular ve hemen arkasına geçtiler. Yaşlı öğretmen, yemek salonunun orta yerine konmuş bir kürsüye geçip, o sıkıcı yumuşak ses tonu ve belli/belirsiz (ama iğrenç) sırıtışıyla bize iyi insan olmanın önemini anlatmaya başladı. Konuyu çektiği dini öğreti ve değerlerin arkasında, bu yumuşak ses tonunun gizleyemediği ürkütücü bir şeyler vardı. Abilerin duruşlarıyla sergilediği sofu bağlılık bunu somutlaştırıyordu. Tam anlam veremediğim bir duruş ve iddia, "Irti" diye kısalttığımız, o zamanın meşhur "İrtica" kavramının yarattığı tehlikeyi simgeliyordu. Zeki çocukları, hiç zor kullanmadan, ama ahlaki gelişimlerini tamamlamalarına da izin vermeden, kendi zümrelerine dahil edip onların müthiş yeteneklerini sömüreceklerdi. Bunu çok sonra öğrenecektik. Ben bunu kabul edemedim bir türlü. O iyi niyet elçisi maskesi arkasında, gözlerinin buğulu ve uyuşmuş bakışlarında gizli çelik parıltısını unutamadım. (***) Burada çok tekinsiz bir şey vardı ve çok ama çok tehlikeliydi. Sokaklarda sürü halinde gezip, öfkeyle tekbir getirip "Şeriat isteriz" diye nara atanlardan çok daha ürkütücüydü.
Beni içlerine almak için zorlamadılar, ama "Öteki" grubuyla beraber sağlam bir şekilde dışladılar. Öğretmenler de vardı okulda onlara sempatiyle bakan, ama hiçbirinin günahını almayayım, bizlere başka gözle bakıp notlarımızla falan oynamadılar. Ayrıca, bu “Abi”lerin tuzağa düşürmeye çalıştığı kesimden bir kişi bile onlara kanmadı, eninde sonunda tehlikeyi fark etti ve peşlerinden gitmedi. Yine de, evinden uzak biz yalnız gençlerin, bu siyasi ortamda daha da bir yalnızlaşması gerekti. Hafta sonları onlar dershanelere, toplantılara, yemeklere giderken, biz kendi içimizde küçük gruplarla Kızılay'a inip öteberi alışverişi yapar, Hosta'da döner yiyip, vizyonda iyi film varsa, para da varsa izler gelirdik. Sonra yine Fen lisesinin kurulduğu ıssız tepede okul etrafında turlama, yurt odasında uzanıp duvara bakma, belki bir kitap, hep aynı rutin. İşte bu boşluğu benim için Trash Metal doldurup, benliğimi korumuş, hem eğlencemi sağlamış hem de pişman olacağım şeyleri yapmama engel olmuştu.
Müziğe dönelim; artık daha fazlasını biliyordum. Metallica'yla başlamış, sonra Megadeth'le tanışmıştım. Bu grup çok daha iyiydi. Metallica'dan atılan eski gitaristi, uyuşturucu bağımlısı Dave Mustaine’in, sizden daha iyisini yapacağım diyerek kurduğu bu grup öte bir şeydi. Yolculuk, (ya da arınma) Rust In Peace'le başladı benim için. Hangar 18, Tornado of Souls derken, albümü yaladım yuttum. Onları diğer Trash Metal gruplarından ayıran iki önemli özellikleri vardı; aşırı zor gitar partisyonları ve ulaşılması imkansıza yakın lead gitar soloları. Grubun bu ve devamındaki 4 albümünde lead gitarı çalacak Marty Friedman, Megadeth fanları için en iyi dönemin simgesi olmuştu. Yoğun virtüözite, sert ritimleri karşılayan New Age melodileri ve zengin geçişleriyle, gecemizi gündüzümüzü dolduruyordu. (4*) Mustaine'in yaramaz çocuk vokaliyle süslü, progresif temalı bu zengin içerik, Countdown to Extinction albümüyle zirve yaptı. Ritimler sertleşmiş, Mustaine’in vokali artık daha olgundu. Jilet gibi sololar yine aklımızın almayacağı uzak dağların doruklarında süzülüyordu. (5*)
Bu kadar gevezeliğin arasında hatırlarsanız bir oda arkadaşımla anlaşmamız vardı; ortaklaşa kaset alacaktık. Biz bu trash metal gruplarını öğrenmeye çalışırken, başka bir türden bahsedildiğini duymuştuk; Death Metal. İlk örneği de, Sepultura'nın Chaos AD albümüydü. Bu da çok heyecanlıydı,öfkeliydi ama teknik açıdan zayıftı. Biz de bu türün ustalarını öğrenmek için bir arayışa girdik. Bu amaçla sürünürken bir Kızılay kasetçisinde üstünde “Death” yazan bir albüm gördük. Aradan geçen yıllara rağmen bırakamadığım efsanevi Death grubunun albümüydü bu aldığımız; Individual Thought Patterns. O ana kadar dinlediklerimizden çok farklıydı. Diğerleri gerilimse, bu tam anlamıyla bir korku filmiydi, 18 yaşından küçükler dinleyemezdi. Grup elemanlarının tekniği muazzam, Chuck Schuldiner'ın vokali ürkütücü (ama çekici), şarkı sözleri algımızın ötesinde bu albüm, en azından benim için gotik bir ayin gibiydi. (6*) Ama bu sefer ortaçağın kiliselerinde mum ışığı altında, dağılan bulutların arasında çıkan ayın süzüldüğü vitrayların ışığında, karanlık rahiplerin düzenlediği bir ayin değil. Bu sefer ki daha çok, öfkeyle yanan kızıl elektronik gözleriyle, Decepticon'ların yükselişiydi. (7*)
Yaz gelmiş, ben elimde bir sürü keşfedilmeyi bekleyen kasetle İzmir'e geri dönmüştüm. Ve Grunge dinleyen bir kıza aşık olmuştum. Gelecek bölümde buradan devam edeceğiz.
Sevgiler
(*) => Albümle aynı isimdeki Hell Awaits şarkısının ilk 3 dakikasını şöyle bir dinlemenizi tavsiye ederim. Sevmeseniz bile dayanın sonuna kadar. Bu şeytani ayin canlansın kafanızda, gece kabusunuz olsun. => Yazıya Dön
(**) => Orjinalini her yerde duyabileceğiniz Orion şarkısını bir de bu gençlerden dinler misiniz? O içten, heyecanlı ama bir o kadar teknik havalarına bayılıyorum. Özellikle basist çocuk ki, zaten Orion baştan sona bir bas parçasıdır... => Yazıya Dön
(***) => Tabi ki tek bir adama indirgeyemem bu durumu. Burada, karşıdakinin gizli amacını hissetmiş bir çocuğun tedirginliğini paylaşıyorum. => Yazıya Dön
(4*) => Bu albümden Lucretia şarkısındaki solo kısmını örnek olarak paylaşıyorum. İnsan değil bunu besteleyen... => Yazıya Dön
(5*) => Albümün en iyi parçalarından Sweating Bullets'ın, tekinsiz içsel yolculuğuyla sizi başbaşa bırakıp, kendime bir bira almaya gidiyorum. => Yazıya Dön
(6*) => Nazım Kemal Üre'den Overactive Imagination'un bas uyarlamasını dinliyoruz. Ellerini göremiyorum... => Yazıya Dön
(7*) => Transformers-Rise of the Fallen'ın Megatron & Fallen sahnesi bunu temsil edebilir diye umuyorum. => Yazıya Dön
Comments