Merhaba,
1993 yazında eve gelen bir mektup hayatımı kökünden değiştirmiş, heyecanla beklediğim bilinmeze giden yolu açmıştı. Ankara Fen Lisesi'ni kazanmış, İzmir'deki evimden uzakta yatılı hayata başlıyordum. Ergenliğin getirdiği bunalımdan, "evdeki ses" ve "beni basanlar"dan kaçış başlıyordu. Ortaokulda "silik" bir öğrenciydim, o günlerin sosyal başarı kriterlerini sağlayamıyordum. O günlerin yükselen değeri spor dallarında iyi olmaktı. Birbirini sadece uzaktan izleyebilen erkek ve kızların buluşma alanı, yani popülerlik simgesi basketboldu. Aynı grup için lise başlayınca müziğin de en az basketbol (ya da voleybol) kadar önemi artacaktı ama bunun için daha erkendi. Benim gibi Stephen King okuyan, Bilim Teknik'in anlattığı uçsuz bucaksız okyanusun kıyısında deniz kabuğu arayan ve ucundan köşesinden rock müzik dinlemeye başlayan kitle, azımsanmayacak kadar kalabalık olmasına rağmen "bayık" statüsünde kalıyordu. Sosyalleşmeden bizim kastımız saatlerce bisiklete binip, yaz geldiğinde bütün gününü denizde geçirmekti. Evde buluşup Gizli Hedef oynamak (şimdiki adı Risk), ya da atari salonlarında zamanının efsane Arcade oyunları için bayılıncaya kadar jeton atmaktı. Bu aktivitelerin getirdiği yoğun endorfin ve dopamin sayesinde, kendimizce mutluyduk ama sosyal izolasyonun sınırları çok netti ve kalbime batıyordu. Diğer bir açıdan hem maddi hem manevi yetersizlik farkı tescilliyordu. (*) İşte böyle bir ortamda, önümdeki en iyi seçenek yeni bir sayfa açıp daha özgür ama belirsiz, daha heyecanlı ama tehlikeli bir yolculuğa çıkmaktı.
Fen Lisesine ilk geldiğim günler heyecan içinde, bu bambaşka ortamı anlamaya çalışıyordum. Annelerimiz bizi konfor içinde yetiştirdiği için, haftada iki defa yıkanmazsam ya da çamaşırlarımı değiştirmezsem kokacağımı, buzdolabı olmazsa aldığım "kayıntı"nın (yani salam, krem peynir vs) bozulacağını, terimi kurutmaz, kıyafetime dikkat etmezsem bol bol hasta olacağımı bilmiyordum. Zamanında saçını süpürge edip bizi bu konularda eğitmeyen annelerimiz, şimdi kontörlü telefonların ucundan her birini anlatmaya çalışıyordu. Benim en büyük şansım Konya'da oturan dedemlerdi. Onlar sayesinde ayda bir bütün çamaşırlarım tertemiz yıkanmış, yanımda bir kaç koli kayıntıyla okula dönüyordum. Böylece, ergenlik dönemi hormon kaosunun sebep olduğu yoğun hareket ve açlık sonucu ortaya çıkan sivilceli, terli, tombul mahlukun bir nebze de olsa ateşini alabiliyordum. Üşümemek için oradan buradan bulduğum 7 battaniye, (bilirsiniz Ankara soğuktur, ama Fen Lisesi konumu yüzünden biraz daha soğuktur) giydiğim içlikler, yoğun dede-anneanne bakımı ve telefonda annemin rahatlatan sesi sayesinde işin basit kısmını atlatmayı başarmıştım. Şimdi zor dönemeç geliyordu, geçmişin izini silip sosyal ortamda var olabilmek.
Fen Lisesi savanında yükselen değer sanattı. Okulun rock ve halk müziği grupları vardı. Kızlı erkekli katılımın eşit olduğu kalabalık bir korosu vardı. Yaptığım en büyük hata bu koroya, “Koro da neymiş, burası ilkokul mu” diyerek ilk sene katılmamak oldu. Halbuki, aynı yılın ikinci döneminde konserler başlayınca, koro üyeleri sevinç içinde bir araya gelip provalar yapar, sonra da Ankara'daki çeşitli etkinliklere, konserlere katılırdı. Biz de okulda kös kös onları bekler, dönünce hikayelerini dinlerdik. İkinci sınıftayken ben de bu ekibe katıldım. Hem eğlenceli, hem de zor bu aktivite biz ergenlerin poz vermektense bir araya gelip güzel bir şeyler de yapabileceğimizi, hayatı doğal yoldan tecrübe edebileceğimizi gösteriyordu.
Sadece müzik değildi tabi sanattan anladığımız (anlamak?), ayda bir rehberlik öğretmeni bizi tiyatroya götürürdü. Oyunların büyük bir kısmını anlamazdık, ama sessizce izler, büyük sınıflardan korkup uslu uslu otururduk. (**) Ayrıca, kitap okumanın yüksek bir değeri vardı. Ortaokulda tanıştığım 19.yy edebiyatına bu dönemde iyice sokulmuştum. Tolstoy ve Zola küçücük kişisel kitaplıklarımızı süslüyordu. Okul kütüphanesinden ödünç aldığımız kitapları (özellikle Dostoyevski) çoğunlukla anlamıyor, ama çok beğendiğimizi söyleyip birbirimize tavsiye ediyorduk. Tabi, karşımızdaki okumuşsa hemen ortamı terk ediyorduk, neme lazım bir şey sorar falan diye.
Bununla da kalmayıp bilime de merak salmıştık. Söylemiştim ya; Bilim ve Teknik'in sayfalarını karıştırmaya başlamıştım çoktan. Ama makalelerin çoğunu anlamıyor, danışabileceğim birisi (en azından web) olmadığı için kaldırıp kenara koyuyordum. Fakat fen lisesine gelince iş değişmeye başladı, meğer ben yanlış yerden başlamışım. O dönem ellerden düşmeyen eser benim de kitaplığımda yerini aldı; Zamanın Kısa Tarihi. Stephen Hawking bu kitapta evrenin mekaniğini, biz konuya hakim olmayanlara anlatabilmek için elinden geleni yapıp matematiği sadece E=mc2 ile sınırlandırmış, daha çok sözlü anlatıma ağırlık vermişti. Fakat, biz daha fizik görmemişler için bunu anlamak yine de çok zordu. Buna rağmen konu çok ilginçti, şaşırtıcıydı, insanı hayallere sürüklüyordu. (***) Günümüzün vazgeçilmezi bilgisayar çok uzak bir kavramdı, teknolojiyi tanımıyorduk. Bunun boşluğunu fizik, kimya ve biyoloji lab'larındaki "deney" adını verdiğimiz büyüler dolduruyordu. Daha da belalısı, işi öğrendikçe lab'lardan yürütülen malzemeyle geceleri yurtta yaptığımız kara büyülerdi. (4*)
Kişisel bakımın üstlenilmesi, sanatla yakından temas, kara rahiplerin büyüleri... Peki maceraya yer yok mu? Olmaz olur mu? Genellikle düşme, çarpılma ve kişisel zarar görme üzerine kurulu bir macera anlayışımız vardı. Korkunçtu... Yurdun ortasında büyük bir merdiven boşluğu vardı. Aslında bu bölge, bir araya gelip günün kalan gargarasını yapmak için birebirdi. Bir nevi iş hanı yapısındaki bu binada, bu büyük boşluğa bakan koridorlarda zevzeklenir, merdivenlerden sarkıp birbirimize laf atardık. Fakat heyecan gerek ya, batıyor az da bulunsa rahat; bir arkadaşımız, trabzandan kayarken dengesini kaybedip ortadaki boşluğa düştü. Kalçadan kırığı yüzünden uzun süre bizden ayrı kaldı. Başka bir arkadaşımızın yurdun altındaki kantinde cam panellerden kurulu büfeyle derdi vardı. Akşam bu büfe kapandıktan sonra, camın iç tarafına dizilmiş sütleri Bruce Lee'nin sıfır yumruğuyla düşürmeye çalışırdı. Bir gün hırsına yenilip sağlam bir darbe vurunca cam kırıldı ve kolları içeri girdi. Yırtılan bileklerine sayılmaz çoklukta atılan dikişlerle bir süre kıpırdayamadı. Disiplin kurulu ne ceza vereceğini şaşırdı, bulmuşsun zaten belanı deyip kendi haline bıraktı.
Özetle, normal bir liseden çok farklı bir hayat vardı orada. Kettle'da çorba yapmak, grup halinde elektrik şokuna maruz kalıp ilk bırakanı yiyecek bulmaya yollamak, dolabının alt rafındaki kayıntılara dadanan fındık faresini rüşvete bağlayıp (bir çekmeceyi içindeki kuru yemişlerle ona bırakıp dıştan bantlamıştım) diğer şeylere musallat olmasını engellemek, ama bu kadar tuhaflığın yanında alabildiğine çalışkan, dürüst, ilişkileri masum, yaşına göre entellektüel, sanatçı ve kendince sporcu (genelde turnuvalarda nal toplardık) olmaktı bizimkisi. Farkına varmadan, eksantrik bir alt kültüre katılma çabasındaydık. (5*) Muhtemeldir, yaşıtlarımızın büyük çoğunluğu bunların yarısını bile yaşayamazken biz Stranger Things'deki çocuklar gibi oradan oraya, hayaller ve gerçeklerle koşturup duruyorduk.
Gelecek bölümde itibaren daha spesifik bir alana eğileceğim. Bu dönem boyunca gelişen olaylarla bağlantılı, müzik zevkimizi paylaşmaya çalışacağım.
Sevgiler
(*) => Maddi açıdan yetersizlik; Nike Air ya da Reebook Pump ayakkabı giymek, yine Nike'tan spor kıyafetler almak gibi... Şu anda ortalama beyaz yaka geliriyle kolayca alınabilecek şeylerken, o zamanlar benim gibi memur çocukları için hayalden ibaretti.
Manevi açıdan yetersizlik; Evde bilgisayar olmadığı için atari salonlarına gitmek ve haliyle daha düşük gelir seviyesindeki insanların çocuklarıyla kaynaşmak. Fiziksel sertliğin ön planda olduğu mahalle ortamında yaşamaya devam etmek vs... Bunların sonucu 80 öncesi maksimum politize ve doğal yaşam kuşağından, 80 sonrası apolitik ve yeni yükselen değerleriyle tüketim kuşağına dönüşen gençliğin içinde, bu geçişi tamamlayamamış, ya da güdüsel olarak reddeden, öteleyen bir bilincin yalnızlığı...
Yetersizlik tanımı; Yetişkin birisi için yukarıdakiler belki "yakışıksız" ve komik duruyor. Fakat, o yaşlardaki bir çocuğun penceresinden, hele ki daha otonom ahlak sistemi kurulmamış ve 19.yy'ın büyük edebiyat ustalarını okumamış birisinin penceresinden bakarsak, komik yerine üzücü ya da küçük düşme riskiyle kaygılı görünecektir. => Yazıya Dön
(**) => Yatılı olmayan okullarda, üst sınıf sendromu çok yoğun değildir. Ama bizimki gibi yerlerde, üst sınıflar öğretmenlerden daha ürkütücü ve tehlikelidir. Çünkü, gece onlar odayı basar ve sizi gün yüzüyle çıkamadığınız üst katlara kaldırır. Gözü bağlı çocuğa -anlatılmaz yaşanır- işkenceler yapıp, salya sümük geri gönderirler. Ama arkadaşlarınız, bu salya sümük kısmı bilmez tabi. Odaya dönmeden bir süre tuvalette sakinleşip, öyle gidersiniz. Merakla bakan yüzlere, her türlü darbeye rağmen, nasıl Cesur Yürek gibi "Freeedoooom!" diye bağırdığınızı anlatırsınız. Bu işkenceler nedir derseniz, sizin hiç elinizde kolonya yaktılar mı? Elden ele aktarmanız lazım yoksa hakikaten yanarsınız. Ama, alışınca çok eğlenceli oluyor.
Bir de bizim geliştirdiğimiz çarpılma halayı vardı. Bunu alt dönemler için geliştirmiştik, ama denerken kendimiz bağımlısı olduk. O zamanlarda kullanılan adaptörleri söküp, şarj edilecek pili tersten bağlayıp, açıktaki kabloları ele ele tutuşan bir salaklar çemberine verince, düşük voltaj/yüksek akım (yoksa tersi miydi?) vücutlarımızdan akıp bizi zangır zangır sarsarken, gün yüzü görmemiş cüceler gibi şendik. => Yazıya Dön
(***) => Unutamadığım ilk şaşkınlık, galaksilerin birbirinden uzaklaşmasının keşfedilmesi üstüneydi. Bu bana kozmik bir dehşet duygusu vermişti. Her şeyin birbirinden uzaklaşması, beni, benim bütün soyumu ve belki bütün insanlığın var olabileceği zaman döneminde hiçbir şekilde etkilemeyecek olsa da, bu kozmik nihai yalnızlık beni çok etkilemişti. Unutmayın 14 yaşındayım, kola-cips ister misin? => Yazıya Dön
(4*) => Gece derin uykudaki bahtsız arkadaşın alnına gümüş nitrat itinayla sürülür. Bir süre sonra uykudan uyanan arkadaş, kurumuş, buruşmuş alnını ovalayıp merhemi iyice dağıtır. Sonra, gider yüzünü yıkar ve gümüş nitratın suyla bileşik kurmasını sağlar. Sonuç; birkaç hafta boyu başında bereyle gezer, üşüyorum bahar havasına rağmen der. Diğer bir örnek, sodyum metali. İshal olmuş birisi tuvalete girdiğinde, yan tuvaletten yukarı çıkıp deliği denk getirirseniz, sonu ne olur, hiç düşündünüz mü? => Yazıya Dön
(5*) => Büyük korku edebiyatı ustası H.P Lovecraft'ın hayatını anlatan bir kitapta, usta çevirmen Hasan Fehmi Nemli'nin kullandığı bu deyimi örnek alıyorum. Kitabın orjinalinde Lovecraft'ın dahil olduğu, o dönem için yeni ve farklı bir kültürle ilgili geçen "Geek" kelimesinin çevirisiyle ilgili neden “eksantrik bir alt kültür” deyimini kullandığını aşağıda, kendi açıklamasında görebilirsiniz;
Geek. Bilim, teknik, bilgisayar, edebiyat gibi bir veya birden fazla konu üzerinde bilgili ve aşırı saplantılı olan, zeki, kültürlü, yetenekli ve entelektüel özelliklere sahip sıra dışı veya tuhaf kişi; zamanının çoğunu internette geçiren kişi; zeki ama anti sosyal gibi anlamlara sahip bu kelime ve eş değeri olan "nerd" kelimesinin Türkçe'de tek kelimeyle ifade edilen bir karşılığı olmadığı için her seferinde bağlama uygun bir kelime ya da tanımlayıcı ifade kullandım. => Yazıya Dön
Comments