Merhaba,
Artık biraz daha ciddi konulardan (?) bahsetmenin zamanı geldi. Renk renk, cıvıl cıvıl balıklar, tavşanlar, kabuklular ve mercan dokusu bir yere kadar. Bunlar sevimlidir, güzeldir ama şiddet ve ölümü çağrıştırmadığı için heyecan yaratmaz. Bu yazıda su dünyasının muhteşem varlıklarının peşine düşüyoruz. Köpekbalıkları yaşayan en ilkel canlılardan biridir. Bu balığın atalarının dahil olduğu evrim çizgisi takip edildiğinde milyonlarca yıl boyunca neredeyse hiçbir şey değişmeden var olageldiği görülür. Duyularının kölesi bu ilkel canavarları öylesine güzel yapan da budur, eşsiz tasarımları. Bu sözcüğün arkasına dini bir motif gizlemediğimi belirtmek istiyorum, derdim her türlü inanış ve kozmolojik görüşü su üstünde bırakıp derinlere, onların sahasına dalmak. Sadece hayranlığımı paylaşmak istedim.
Önce görece masum bir örneğe bakalım. Aşağıda fotosunu gördüğünüz kum köpekbalığının fotosunu Kızıldeniz'de çekmiştim.
Aslında dalışımız bitmiş tekneye gidiyorduk. 3 metredeki güvenlik beklemesi esnasında açık denize bakınca dikkatimi çekti ve hemen o tarafa doğru yüzmeye başladım. Kabaca 1.5 metrelik balığa en fazla bu kadar yaklaşabildim. Benden çok hoşlanmadığı belli olan köpekbalığı ve arkadaşları hızla uzaklaştılar. Diğer bir örnek ise aşağıda. Bu köpekbalığına Maldivler'de denk gelmiştim. Ben daha poz alamadan kayalığa girip gizlendi. Peşini bırakmayıp ben de kovuğa girdim. Çekebildiğim en iyi fotoyu aşağıda paylaşıyorum.
Kovuğa girerken bacağımı sürtmüştüm. Başında önemsemedim ama köpekbalığının hareketlerinin sertleşmeye başlaması ve diğer balıkların bana doğru yanaşması azımsanmayacak bir riski hatırlattı; bacağım kanıyordu ve kokusunu almaya başlamışlardı. Açlık korkuya üstün gelebilir diye düşünerek kovuktan çıkıp oradan uzaklaştım. Kendimce yaptığım gövde gösterisinde sınırlarımı bilmem üstüne iyi bir ders (kesik) almış, su üstüne yollanmıştım.
Köpekbalıkları denince akla ilk gelen Büyük Beyaz olur. Benim gibi bir çok dalgıcın hayallerini onu görmek süsler. 2008 yılında iş için Güney Afrika'ya gitmem gerekmişti. Capetown'a gidecektim ve şanslıydım; belgesellerde gördüğümüz büyük beyaz dalış bölgeleri bu şehire çok yakındı. Daha gitmeden tur opsiyonlarını araştırmaya başladım. İlgimi en çok çeken (tabiki) açık denizde kafessiz dalışlardı. En az Rescue Diver seviyesi olmak üzere ciddi oranda tecrübe istiyorlardı. Öncesinde 2 günlük pratik eğitim veriliyor, 3. gün elinizde bir zıpkınla yaklaşık 5 metre derinlikte büyük beyazla beraber yüzüyordunuz. Filmlerdeki gibi ne kafes, ne de zırhlı kıyafet. Dünyanın en ölümcül yaratıklarından birisiyle aranızda sadece uyduruk bir demir parçası vardı. Bundan harika bir şey olamaz deyip yazılmak istedim ama ne yazık ki, Güney Afrika Turizm Bakanlığı'nın o seneden itibaren bu dalışları yasakladığını öğrendim. Bir önceki sene birisi bu dalışlarda öldüğü için...
Ama hüsrana gerek yok, onun kadar eğlenceli olmasa da kafes dalışları hala yapılıyordu. Capetown yakınında Gansbaai bölgesinde bu turlar düzenleniyordu. Hemen bir tane ayarladım ve dalış gününü beklemeye başladım. Büyük gün geldi çattı, servis bizi otelden aldı ve tekneye bineceğimiz limana götürdü. Arkasında dört büyük motoru olan büyük bir tekneydi bu. İki büyük dalış kafesi de vinçlerle tekneye yüklendi. Güverteyi benim gibi çeşit çeşit milletten insan doldurmuştu. Herkes pek bir heyecanlı, olacaklar üstüne sohbet ediyor, merakla ufku süzüp dalış için gideceğimiz yeri görmeye çalışıyordu. Kaptan gelip bütün ekibe bir konuşma yaptı; günün anlam ve önemini anlattı, tanrıçayı çok kısa sürede göreceğimizi söyledi. Hatta aramızdan bazılarını ona sunacağını anlattı ve dümenin başına geçip o koca motorları ateşledi. Bu kadar büyük bir teknenin böylesine bir hızla seyre çıktığını görmemiştim. Ya olayın heyecanı, ya da motorların muazzam gücü bizi kısa sürede ufuktaki silik bir nokta gibi görünen adaya getirdi. Bu kel kabak adanın yanına demir attıktan sonra kafesler suya indirilmeye başlandı. Tayfalardan birisi bedenimize göre gayet kalın wet suit'leri dağıttı. Hava fena değildi ama Haziran ayı Güney Afrika'nın kışıydı. Okyanus suyu 15-16 dereceyi geçmiyordu. Zaten hareketsiz kalacağımız kafeste bir de soğukla mücadele can sıkacağı için 7mm'lik elbiseler giydirdi bize. Sonra karşımıza geçip bize baktı ve gülümseyerek: "Hepiniz foka benzediniz, sizi çok sevecek." dedi. Bu sevecen yaklaşımıyla ruhumuza su serptikten sonra bizi sırayla kafesin içine indirip suya bıraktılar.
Altı kişi dizildiğimiz kafes yaklaşık 2 metre boyundaydı ve tekneye yandan bağlıydı. Şnorkelle nefes alıyor, maskelerimizle sualtını izliyorduk. Ne yazık ki, su dalgalı ve bulanıktı. Ortalıkta kimse görünmüyordu. O bölgede yaşayan 6 metre boyunda 2 ton ağırlığında bir dişi varmış, adı Lucia'ydı galiba. Tanrıça dedikleri bu görkemli balık bu adayı kendine mesken tutmuş, uzun zamandır burada geziyormuş. İlgisini çekebilmek için büyük bir kancaya ton balığı kafaları taktılar ve suya attılar. Kalın bir misinaya bağlı bu oltayı kaptan açığa doğru atıyor, sonra tekneye doğru çekip bıraktığı kokuyla Lucia'nın ilgisini çekmeye çalışıyordu. Gösteri sadece bizim gibi kafese inenler için değil, teknenin seyir terasından etrafı izleyen turistler için de yapılıyordu. Bir süre sonra bulanık suyun içinde büyük bir gövde belirdi. Hiç unutmuyorum, alabildiğim en derin nefesi alıp tuttum ve suya daldım. Aramızda 15 metre var yoktu. Yavaş yavaş yüzüyor, etrafı süzüyordu. Ton balığı kafaları ilgisini çekmişti ama nedense temkinliydi. Sonra, merakına yenilip kafaları takip etmeye başladı. Aşağıdaki fotoyu o esnada çektim.
Kaptan tam zamanında asılıp kafaları ondan kurtardı, ama bunun sayesinde Lucia'nın kafası da suyun üstüne çıktı. Tabi terastakiler çığlık çığlığa. Sonra balık oradan uzaklaştı ama kaptan oltayı salınca tekrar döndü. Bu sefer kafese daha yakın bir yere çekmişti onu. Bu fotoyu da o anda çektim.
Su bulanık, kafes dalgada yalpalıyor, balık çok hızlı, kontrast düşük, ben çok heyecanlıydım; haliyle fotoların kalitesini mazur görün lütfen. Neyse, bu şekilde bir süre daha suyun içinde kaldık. Bizden sonra dalacak başkaları da vardı, o yüzden kafesten çıkıp sıramızı verdik ve manzarayı terastan izlemeye başladık. Balığın heybetli vücudu insanı büyülüyordu. Kafasını bir anda sudan çıkarıp o canavar dişleriyle avını yakalamaya çalışırken sergilediği sahne hissedebileceğimiz coşkuların ötesinde bir yerdeydi. Kafeste tam olarak fark edemediğim bir şey terasta çok net görülüyordu; çok hızlıydı. Oltayı kapmak istediği zaman iki ya da üç kuyruk darbesiyle ok gibi fırlıyor, müthiş bir hıza ulaşıyordu. Bir kaç defa oltayı koparmayı başardı, o kalın misinayı jilet gibi dişleriyle kesti ve kanca dahil ton balıklarını yuttu. Bu arada bizim ikinci tur kafes sıramız gelmişti. Yine hevesle indim aşağıya. Kaptan onu yemledikçe hareketleniyordu ama bir türlü kafese yaklaşmıyordu. İşte ben bunları düşünürken, olta geldi kafesin kenarına takıldı kaldı. Balık sanki anlamış gibi döndü bize baktı, bir anlığına ortam dondu. Ben ne oluyor demeye kalmadan birkaç kuyruk darbesiyle kafese doğru fırladı. İşte o anda bu fotoyu çektim.
Daha yakından, çarptığı sırada da çekmeyi planlamıştım ama kendisinden önce getirdiği su dalgası bizi kafesin arkasına çarptı. Dengemizi zor koruduk. O bizimle hiç ilgilenmedi, kenara takılan balık kafalarını yakaladı ve çekip koparmak için arkasına dönmeye başladı. İşte bu esnada, kafese sürtünüp dönerken ön yüzgeci elimin hizasına gelmişti. Atılıp dokundum bu kutsal varlığa. Oralı bile olmadı tabi, dönüp gitti. Aynı gün akşam Türkiye'deki dalgıç arkadaşlarıma haber verdim bu dokunuşu. Bana, "Sakın elini yıkama, gelince öpeceğiz" demişlerdi. :)
Sırayla yapılan dalışlar bitti, kafes çekildi, geri dönüş hazırlığı başladı. Tekne demir aldıktan sonra biraz daha açıktaki başka bir adaya doğru yol almaya başladı. Merakla terasa çıkıp adaya baktım. Burası belgesellerde gördüğümüz fok adalarından birisiydi. Büyük beyazların bu bölgeyi mesken etmesi, işte bu tombul tüylü şeyler yüzündendi. Canavarlar bunların yağlı etine bayıldığı için bu adaların etrafında dönüp duruyorlardı. Foklar su üstünde ne kadar miskin ve yavaş kalsalar da, su altında çok hızlı hareket ederler. Tabi hız konusunda büyük beyazla yarışamazlar ama ani dönüşlerle balığı şaşırtıp kendilerini kurtarabilirler. Ama yine de bu çatışma dengededir ve bizim gibilere çok güzel görüntüler sergiler. Ben de fokların da fotoğrafını çekeyim diyerek teknenin terasında bir yer tutup, poz yakalamaya başladım.
Sadece birkaç foto çekmiştim ki, içimi bir coşku doldurdu birden. Etrafımla olan ilişkim kesildi, gözlerim buğulandı, kulaklarım uğultuyla doldu ve içimi büyük bir coşku kapladı. Ürperten, kendine çeken ve beni gülümseten bu duygunun heyecanıyla bu mutluluğumu kiminle, nasıl paylaşacağımı bilemeden baktım kaldım adaya; ben neredeydim böyle?
Daha dokuz yaşındayken Jaws'ı izlemiş, ondan beri büyük beyazla ilgili ne kadar yazı varsa okumuş, resimlerini çizmiş, film ve belgeselleri ezberlemiştim. Hayatımın en önemli anlarından biriydi bu; çocukluğumun en önemli kahramanı beni kutsamış, ömrüm boyu unutamayacağım bir iz atmıştı. Hem de poz vermişti onu hep saklayayım diye. Benim için böylesine önemli bir şeyi başarmış olmak, doğayla gerçek anlamda bütünleşmek, kalbimin ve bilincimin derinliklerine kazınmış bu uhdeyi yerine getirmek beni "akışa" geçirmişti. Öylesine mutluydum...
Bu güzel anının izi olan yukarıdaki fotolar her zaman evimizin baş köşesindedir. Beni böylesine mutlu eden Lucia'yı huzurunuzda bir kez daha saygı ve minnetle anıyorum.
Sevgiler
Comments