Dizinin bu bölümünde 2-5 yaş arası döneme odaklanacağız. Yazının başlığında kullandığım 'Oyun Çocuğu' kavramı aşağı yukarı bu döneme denk geliyor. Bebeğimiz ayağa kalkmış, anne sütü ve hazır bezinden ayrılmış, yetişkinlerin ortamına dahil olmuştur. Artık onun için keşfedecek çok şey, soracak çok soru var. 2. bölümde bahsettiğim sevgi, ilgi ve konuşma hala gerekiyor ama yeterli değil. Bu konudaki en iyi desteği, Montessori’nin ortaya koyduğu sistem sağlıyor. Bu yazıda bu eğitim modeli ve arkasındaki felsefeye bakacağız.
Maria Montessori, İtalyan asıllı psikiyatrist ve eğitimcidir. Tıp eğitimi aldıktan sonra, psikoloji ve antropoloji alanında uzmanlaşan Montessori, kendi sisteminin temellerini İtalya-San Lorenzo'nun gecekondu bölgesindeki bir kreşin yöneticiliğini aldığı dönemde attı. Buradaki eğitimsiz ailelerin harap haldeki çocuklarının eğitimini üstlendi. Çocuklar üzerindeki gözlemleri, o zamana kadar bilinmeyen bir şeyi ortaya çıkarttı; Çocuklar kendiliğinden bir obje ya da oyuna tutulup, bunu öngörülemez şekilde yineliyor, yineliyor, yoğunlaşıyor ve sonra bir doyum hissiyle bırakıyorlardı. Montessori'ye göre bu emen zihindi, absorbe ediyordu. Bizim tabirimizle sünger gibi çekiyordu. Bir şeye odaklanıp, kendi belirlediği zaman boyunca uğraşıp, sonra başka bir şeye geçiyordu. Neredeyse hiç yardım almadan yaptığı bu şeyi bıraktığı nokta, aslında pekiştirmeyle gelen doyum anıydı. Çocukların eğitilmeye değil, kendi kendilerine eğitim için gerekli ortama bırakılmaya ihtiyaçları vardı. Bu çığır açıcı bakış açısıyla hazırlanan eğitim sistemine de Montessori Eğitimi denildi.
Bu sistem çok kapsamlıydı. Çocuklar sadece oyunla bir şeyler öğrenmiyor, beraberinde fiziksel yeterlilikleri doğrultusunda her türlü öz bakım ve beslenme gibi temel gereksinimlerini de yerine getiriyorlardı. Ekte görebileceğiniz A Montessori Morning adlı video, bunun için harika bir örnek olabilir. 4 yaşındaki kuzucuk, okulda geçirdiği süre boyunca neredeyse her şeyi tek başına yapıyor ve bunun için hiçbir yönlendirme almıyor. Bizim yeni kültürümüzde imkansız olan konsantrasyon, paylaşma ve kollektif çalışma, ortamı temiz tutup başkalarına saygı duyma, öz bakımını yapıp yemeğini yeme, hatta sofra kurma(!) gibi şeyleri yerine getiriyor. Hem de bizim eski kültürümüzün buna inanamayıp "Büyümüş de küçülmüş." diyeceği bir şekilde.
Montessori yaklaşımının insan doğasına (fizyolojisine) uygunluğunu, bir önceki yazıda paylaştığım erken dönem zihin gelişimine bakarak sınayabiliriz. Bebekler, doğum sonrası artan nöron bağlantıları, deneme/yanılmaya bağlı belli hatların güçlenmesi, diğerlerinin kaybolmasına bağlı bir öğrenme sürecine sahipler. İşte Montessori felsefesi, bu zihinsel gelişim sürecine uyum sağladığı için diğerlerine göre daha başarılı oluyor. Çocuk, kendisine kısaca anlatılan oyun materyalini (Montessori diliyle aktarıyorum) alıp, sayısı öngörülmez çoklukta denemeler yapıyor. Bu yoğunlaşmış haliyle ne ve nasıl öğrendiğini biz bilemiyor, anlayamıyoruz. Çocuk, bununla kalmayıp bir de etrafındaki diğerlerine bu öğrendiği şeyi (absürd bile olsa) aktarıyor. Büyük çocuklar küçüklere bildiklerini aktarmayı seviyor, anlatırken öğrenmeye devam ediyorlar. Bunun sonucunda, dört yaşındaki bir çocuk hiçbir resmi eğitim almamasına rağmen okuma ve yazmayı öğrenebiliyor. Buna şaşırmamamız gerek, çünkü insanoğlu anadilini kendi imkanlarıyla ve sayısız deneme yanılmayla öğreniyor. (*) (**)
Tabi, bütün bir sistemi bununla sınırlamak yanlış olur. Montessori'nin felsefesi, eğitim programına bilişsel gelişim ve öz bakım dışında başka konuları da alıyor. Yaratıcılık ve öz disiplini merkez alan bu eğitim formatı, aynı zamanda doğayla ilişki ve iletişimi de güçlendiriyor. Çocuğun doğayla ilişkisi ayrı bir yazı konusu olduğu için bu bölümde daha fazla detaylandırmıyorum.
Peki, bu sürece nasıl girebiliriz? Açıkçası, Montessori metoduyla okulda eğitim için biz iyi bir yer bulamadık (Bu, biz yeterince araştırmadığımız için olabilir). Tam işlerlik sağlamasa da konuyla ilgili kitapları okumanız çok iyi olacaktır. Felsefenin özünde yer alan, kendi kendine eğitim kavramını özümsedikten sonra, evde bazı şeyler çok kolaylaşıyor. Yere düşünce kaldırılmayan, odasını kendisi toplayan, oyununda yardım almadan devam eden bir çocuğun gelişimi, mevcut kültür, entellektüel seviye ve eğitim doktrinine göre muazzam.
Bu modele bağlı diğer bir gelişim alanı çocuğun, yeni çağın önemli konularından ikisine girişi olacaktır; Kodlama ve robotik. Bizim bu dönem boyunca ilk yardımcımız Lego Duplo oldu. Duplo’lar, orijinal Lego’ya göre daha büyük parçalara sahip. Bu oyuncak kullanım kolaylığı, oluşturdukları temalar ve öngöremediğimiz deneyimlere (al eline vur yere) olan dayanıklılıkları, kızımızın ilk teknik deneyimini sağlamıştı. Bu kategorideki setler, o yaşlardaki deneme yanılma açlığına gayet iyi cevap veriyor. Sadece kendi başına değil, beraber zaman geçirmek için de çok eğlenceli bir oyuncaktı Duplo’lar (Burada bizim Lego tutkumuz da etkili olmuştur). Bu oyuncak setleri, 2 yaş sonrası bu kritik dönemde çok işimize yaradı. Evimizde, kendimizce Montessori felsefesine göre dizayn edilmiş salonumuz, birçok eğlenceli oyuna, karmaşaya, patırtıya ve kahkahalara sahne oldu.
Montessori eğitimi, asla ceza, ültimatom ve tehdit içermez. Öğretmen, hazır ola diktiği çocuklara dikte ettirmez. Onu, kendisini eğitmesi için gerekenlerle baş başa bırakır, destek olur.
Bu felsefenin aksini, bir de büyük düşünür Nietzsche'den dinleyelim;
Ceza insanı eğitmez, sadece evcilleştirir.
Biz (eşim ve ben) buna naçizane bir ek yapıyoruz;
Ödül insanı eğitmez, sadece köleleştirir.
Bir sonraki yazıda, 4 yaşla beraber daha teknolojik konu ve aygıtlara girmeye başlıyoruz. İlk temamız kodlama olacak.
Sevgiler
(*) => Bebeğimizin konuşmayı öğrenme süreci, belki de olabilecek en zor şeydir. O, yeni geldiği bu dünyadaki kavramları, nesne ya da objeleri bilmiyor. Etrafında duyduğu çeşit çeşit ses arasından insanlarınkini ayırıp, bunların belli bir düzende olduğunu fark ediyor. Sonra, bu seslerin niteleme gücünü anlayıp, çene, dil ve diğer kaslarını çalıştırıp benzer sesleri çıkartmayı öğreniyor. Sonra bu seslerle, artık ayırdına vardığı nesne ve objeleri, bunların sıfatları ve eylemlerini birleştiren cümleler kurmaya başlıyor. Bunun tam olarak nasıl olduğunu anlasak, çiçeklere bile konuşmayı öğretiriz.
(**) => Doğa kuzunun bebeklik döneminde “Kız çığlığı” diye bir kavram vardı evimizde. Doğa, büyük bir keyifle uzun, nameli çığlıklar atardı. Hiç kesmez, dikkatle dinlerdik. Belli sesleri deniyordu ve çok neşeliydi.
Kommentare