top of page

Türkiye Cumhuriyeti-1 (29 Ekim'de Bir Çocuk)

29 Ekim 1988... İlkokul dördüncü sınıftaydım. Saçlarımı bir gün önce kestirmiş, akşamdan da güzelce yıkanmıştım. Sabah erkenden kalktım, kahvaltımı yapıp annemin yeni ütülediği önlüğümü giydim. Öğretmen babam okula yetişmek için hızlıca giyinmiş, bana bol şans dileyip çıkmıştı. Annem de hazırlanıyordu, önce kardeşimi toparladı, bakıcıya bırakacaktı. Sonra kendisi de giyindi ve kapının önüne çıktık. Omzumdan tutup yanaklarımı kocaman öptü. "Hadi canım, ne olursa olsun sen benim baş tacımsın." dedi ve kardeşimi bakıcıya bırakmak için yola koyuldu. Ben de okuluma yürümeye başladım.

İzmir'de, Güzelyalı'da oturuyorduk. Okulum yakındı, arada 5 sokak vardı. Elimde bir poşet dosya, içinde Vatan adında bir şiir. Bir aydır her gün, her akşam defalarca tekrar ettiğim şiirdi bu. Bu sene kürsüden şiiri ben okuyacaktım. Senelerdir bir türlü seçilemiyordum, hep Serkan alıyordu maçı. Çocuk o kadar güzel okuyordu ki, biz rakipleri bile alkış kıyamet... Sesi kısılıyor, yüzü şişip kızarıyor, tükürüklere boğulup ağlaya ağlaya okuyordu. Ama bu sene çok çalışmış, 29 Ekim kürsüsünü ben kapmıştım. Serkan rövanşı kesin alacaktı ama olsun, bu sefer kürsü benimdi. Hakkını verip, herkesi alkışa boğacaktım. Ben prova yaparken annem dinler, eski hızlı solculardan babam, hitabetimi güçlendirmek için hareketlerimi, tonlamamı düzeltirdi. İşte bu çabaların meyvesini verecektim bugün. Fakat, annem ve babam izleyemeyecekti. İkisi de öğretmendi ve okullarında törenler vardı. O törenlere katılmamak gibi bir şey söz konusu bile değildi. Öyle şey olmazdı, bu Cumhuriyet Bayramı'ydı. Bunu babam söylemişti. Neden siz gelemiyorsunuz dediğim zaman, kaşlarını çatıp verdiği tepkisiydi.

Bulutlu bir havada okula yürüdüm. Diğer çocuklar da geliyordu. Esnaf çocuklarının aileleri de gelmişti. Tören bahçede yapılırdı. Sıra sıra sınıflar dizilecek, aileler de arkalarda dikilip kıpırdamadan bizi izleyecekti. Okulun karşı köşesinde bir kırtasiye vardı. Alışkanlıkla ona döndüm. O zamanlar çıkartma koleksiyonu modası vardı. Harçlığımdan her gün bir paket alıyor, Voltron çıkartma kitabımdaki eksikleri tamamlamaya çalışıyordum. Ama o gün başka bir gündü, kafamı hiçbir şey karıştırmamalıydı. Öyle demişti annem, sadece okuyacağım şiiri düşünmemi istemişti. Okul bahçesine girip bizim sınıfın sırasını buldum. Sırama geçip, Çağlar ve Ülker'i, en yakın arkadaşlarımı selamladım. Okul sonrası bizim evde buluşacaktık. Hava kapalıydı ama "Bisikletle gelin" dedim. Parka gidecektik. Öğretmenimiz Meral Hanım gelince sırayı düzeltip kocaman gözlerle onu izlemeye başladık. Başıyla bizi selamladı ve bana "Hazır mısın Utkan?" diye sordu. "Evet öğretmenim" dedim. "Tamam, ben sana işaret edince kürsünün yanına git, arkadan dolaş." dedi ve yerine geçti.

Okul müdürü kürsüye geçip, mikrofonu eline aldı. Hademe hoparlörleri açmıştı, cızırtı geliyordu. Bu, tören başlıyor demekti. Veliler dahil herkes sustu, müdür konuşmaya başladı. Günün önemini anlatan konuşmasını yaptı ve saygı duruşu emrini verdi. Gönderdeki bayrak yarıya indirildi. Hoparlörden başımızı önümüze eğdiren, sokaktaki trafiği durduran marş başladı. Kıpırtısız dinledik. Bitince, atamızın sesi geldi hoparlörden. Pürüzlü ve tiz bir sesle bağırıyordu;"Ne mutlu Türküm diyene!". Sonra İstiklal Marşı anonsu geçildi ve müzik öğretmeni kürsü önüne geçti. Her zamanki gibi bağıra bağıra söyledik. Sınıf öğretmenimiz çok dikkat ederdi, dönüp bizi izlerdi. Söylemeyen yanardı.

Bundan sonrası benim için biraz bulanık. Şiirimin heyecanı basmıştı beni. Galiba halk oyunları grubu çıkmıştı sahneye. Sahne dediğime bakmayın, bahçede sınıfların sıralandığı yerin önünde ufak bir alan açılmıştı. Orada oynuyorlardı. Herhalde sonuna doğru öğretmenim başıyla işaret etti. Gözüm dediği gibi sürekli ondaydı, kaçırmamıştım. Hızlıca yerimden ayrılıp, kürsünün arkasına geçtim. Şiirimi yazdığım kağıdı çalacaklarmış gibi sıkıca tutuyordum elimde. Unutursam bakacaktım. Ona bile nasıl özenmiştim. Güzel bir çizgili kağıt almıştı annem. En güzel yazımla yazmıştım.


Anons yapıldı, ben de mikrofona geçtim. Varımı yoğumu koydum ortaya. Öylesine odaklanmış, her bir mısrayı kalbimle okuyordum. Tek bir yerini bile atlamadan, duraklamadan sonunu getirdim. Alkış koptu ama güzel alkıştı. Hatta, benden sonra okuyacak 5. sınıf öğrencisi bir kız vardı, beni tebrik etti. Normalde olmazdı böyle şeyler, ama demek ki ben nasıl paraladıysam kendimi. Öğretmenim tebrik edip yanaklarımdan öptü. "Aferin Utkan" dedi. Evet, başarmıştım. Dedeme telefonda anlatacaktım, çok mutlu olacaktı. O da öğretmendi, hatta büyük Köy Enstitüsü öğretmenlerindendi. Konya'da otururlardı. Kaç defa telefonda tekrar ettirmişti bana şiirimi. "Aslan oğlum" derdi, eksiksiz okuduğumda.

Tören bitti. Çağlar ve Ülker'e tembihledim, 2 saat sonra diye. Ben de koşarak eve gittim. Annem de bir süre sonra geldi kendi okulundaki törenden. Kapıda karşıladım onu. Koşarak sarıldım, nasıl okuduğumu, bana kimlerin teşekkür ettiğini anlattım. "Aferin, benim canıma" deyip sıkı sıkı sarıldı, öptü beni. Sonra, "Haydi gel pastanı almaya" deyip elimden tutup beni üç sokak ötedeki markete götürdü. "Anne, pastayı sen yapmayacak mısın?" dedim yolda. "Yok, bu sefer başka bir şey var." dedi. Pek öyle pastaneden bir şey almazdık, alamazdık. Markette o güne kadar görmediğimiz bir şey vardı; Dondurma pasta! Panda çıkartmıştı, yuvarlak kocaman, galiba fıstıklı bir pastaydı. Aldık pastayı, acaba dondurmalı nasıl oluyor diye merak ede ede eve geldik. Annem buzluğa kaldırdı pastayı, diğer hazırlıklara başladı. Ben de üstümü değiştirip odamı toplayıp çocuklarla oynayacağımız oyuncakları çıkardım.

Çağlar ve Ülker geldi. Daha kapıdan başladılar; "Doğum günün kutlu olsun!" diye.

Evet, bugün benim doğum günümdü. 29 Ekim 1978'de doğmuştum, bir pazar akşamı. Konya'da bir doğum evinde ebe doğurtmuştu beni. Yağmurlu bir günmüş, babamı içeri almamışlar, kapının önünde yağmur altında beklemiş. Ben doğunca, çağırmışlar, o da ıslak ıslak burnumdan öpmüş. Ben hasta olmuşum bu yüzden. Bir hafta hapşırmışım bebek bebek…

Hediyelerimi verdiler, ikisine de sarıldım. Sonra annem kurabiye ve limonata getirdi. Açıkçası pek iyi yapamazdı o zamanlar. Ne yapsın evi çevirmeye çalışır, kimseden yardım almaz, alamazdı. Kurabiye yaptığına şükretmemiz gerekirdi. O yüzden sesimizi çıkarmaz, önümüze koyduğunu yer içerdik. Ama sonra pasta gelince, ortamın kalitesi yükseldi. Tabi biz bilmiyorduk bunu yemeyi, şapır şupur yumulduk. Dişlerimiz dona dona, tadını doğru düzgün alamadan, yalayıp yuttuk pastayı.

Evdeki oyun faslı bitince, aşağı inip bisikletlere atladık. Hava kapalıydı ama yağacağı yoktu. Yağsa da fark etmezdi, annem izin vermişti çıkmamıza. Güzelyalı Parkı'na gidip defalarca turladık; salıncak, kaydırak derken süre doldu. Hava kararmadan, tek şart buydu, bizim evine önüne geldik. Çağlar ve Ülker'e sarıldım tekrar. Onlar benim can arkadaşlarımdı. Okulda görüşmek üzere dedik, bisikletlerine atlayıp gittiler evlerine.

Akşam, dedemi arayıp töreni ve şiirimi anlattım. Çok tebrik etti ve anneme PTT'den para yolladığını söyledi. Doğum günü hediyem içindi. Sevinçle zıpladım ve hediyemin hayalini kura kura akşamı geçirdim. Gün benim için çok güzeldi. O zamanlar bilmiyordum ama Türkiye'nin en önemli günü, en önemli bayramıydı. Ben de ne şanslıyım ki o günde doğmuştum.

*****

Bugün sabah, ilkokulumun önünden geçtim. 29 Ekim tatilinde maskeli balo düzenlemiş veliler. Sokak tıklım tıklım araba dolu. Güneş gözlükleri, ellerinde bayraklar ve en önemlisi telefonlar, etrafta dolaşıp konuşuyor, çocuklarının sahne sırasını bekliyorlardı. Sıra kendi çocuklarına geldiğinde sohbet bitiyor, birbirini ezme pahasına öne geçmeye çalışıyorlardı. Sahneye çıkan çocuğun fotoğrafları ve videoları çekilip sosyal medyaya yükleniyordu. Hava güzeldi, tören bitince de geç kahvaltı için sahile aktılar. Herkes çok mutluydu.

Sevgiler


Comments


bottom of page