Bu yazı dizisinde Cengiz Han'la beraber yükselen Moğol kavimlerini ve onların yıkıcı gücünü inceleyeceğiz. Önce, Moğolların yaşam biçimine bir bakalım. Yurtları (ki kelime de Moğol kökenlidir) uçsuz bucaksız bozkırlardı. Ottan başka bir şey bitmeyen, sert ve soğuk bir iklime sahip, çölden ibaret topraklarda beslenmeleri yetiştirdikleri hayvanlara bağlıydı. Küçük ve büyük baş hayvanların et ve sütü başlıca gıdalarıydı. Zor iklim şartları tarıma izin vermediği için, tek şansları olan bu hayvanlara çok iyi bakarlardı. At, en önemli şeydi bu insanlar için. Binek hayvanı olarak her türlü ticaret ve savaşın aygıtıydı. Beraberinde sütü içilir, eti yenirdi. Küçükten alıştıkları at binme onların vazgeçilmezi ve ileride göreceğimiz gibi en ölümcül silahıydı. Küçük kabileler halinde yaşadıkları için, en ciddi birlik aile seviyesindeydi. Aile ataerkil bir yapıya sahipti. Yemekte ilk pay babanın olur, o doyunca anne yer, sonra yaş sırasına göre çocuklar payını alırdı. Tabi, en küçükler ne bulursa onunla yetinmek zorundaydı. Küçük çocuklar geceleri sürüler başında, dondurucu iklimde nöbet tutmakla görevliydi. Hiçbir kuralı olmayan, yağmacı bir bölgede sürüyü koruyacak tek unsur bu çocuklardı. Dondurucu ayazda bir kovuğa girip, karanlıkta düşman gözlerlerdi. Az gıda ve zorlu yaşam koşullarında, dayanıklılık konusunda çok ciddi test vermişlerdi. Yüzyıllarca süren bu yaşam deneyimi, bu bölgede yaşayan insanların içini, dışını sertleştirmiş, duygularını gömmüş, onları acımasız varlıklara çevirmişti. Tengrist inanca sahiplerdi. Şamanist kökenli bu inançta gök-tanrı ile birey arasında kimse yoktu. İnanışlarına göre, gök kubbe ve yer altındaki kuşaklarda bir çok farklı canlı yaşar ve bunların ruhları diğer diyarlara yolculuklar yapardı. Tek tanrılı bu inancın, sosyal hayatı ya da siyaseti bağlayan bir şeriatı yoktu. Ayrıca kişinin sadece tanrıyla olan ilişkisine odaklandığı için toplumsal yada evrensel bir ahlak iddiası da yoktu. Bu haliyle bakınca iyi tarafı, bu dine inananlarda zamanının gözde fikirleri, kafirlerin katli ya da haçlı seferleri gibi kavramların oluşması mümkün değildi. Fakat, diğer taraftan evrensel bir düzen gütmediği, insanlığı "bir" sayacak öğretiler içermediği, yani iyilik, doğruluk gibi kavramları bulundurmadığı için ahlaki anlamda yetersizdi. Acımasız Moğol savaşçıları, bir şehre girip, yüz binlerce insanı ve çocuğu resmen spor olsun diye öldürürken, bu yaptıklarına karşı vicdani bir yükümlülük hissetmiyordu. Dağınık kabileleri bir arada tutacak bir din ve/veya ortak çıkarın olmaması, birlikteliğin önüne geçiyor, haliyle adalet ya da güvenlik söz konusu bile olmuyordu. Ahlaki normların da eksikliği sayesinde hırsızlık, yağma, çatışma çok sert ve zalimdi. Kabileler birbirlerini yıpratıp, sürülerini kaçırıyor, yurtları zapt edip, çocukları öldürüyor, eşler ve zenginlik kaynağı olabilecek her şeye el koyuyordu. Bu kuralsızlık ortamında, sürekli tetikte, hareket ve savaş halindeki kabilelerde medeniyet anlamına hiçbir şey gelişemiyor, alabildiğine vahşilik yükselip, sertleşiyordu. Moğollar, yaşadıkları aşırı koşullara bir kaç açıdan uyum sağlamışlardı. Bir yere saldıracakları zaman, yol, kuşatma ve savaş dönemini düşünerek erzaklarını önlerinde sürü halinde götürüyorlardı. Genellikle küçük baş hayvanlardan oluşan bu sürü, ordunun pusuya da düşmesini engelliyordu. Ordu geniş otlaklarda hareket ederken, hayvanlar beslenmeye devam ettiği için askere et, süt ve kürk sağlıyordu. Atlar daha da önemliydi; hem nakil aracıydı, hem de besin kaynağı. Moğollar, uzun yola çıkarken kişi başı iki at alıyorlardı. Birisi yoruldukça diğerine geçip, üstünde uyuyarak yola kesintisiz devam edebiliyorlardı. Ayrıca, sütüyle ve çok zorda kalırlarsa da açtıkları damar yolundan kanıyla besleniyorlardı. Yaşadıkları iklim soğuktu, hem de çok soğuk. Buna karşı da, hayvan yağıyla kendi vücutlarını sıvayarak başa çıkıyorlardı. Üstlerindeki bu yağ tabakası, aşırı soğuk iklimde onları donmaktan korurken hareket serbestliği de sağlıyordu. Ordu düzeni çok kararlıydı. Her bir birlik 10.000 askerden oluşur ve buna "tümen" denirdi. Tümenler binlere, sonra yüzlere ve nihayetinde onlu ekiplere bölünmüştü. Tümen komutanının emirlerine uymama cezası genellikle ölümdü, affetmek pek bilinen bir şey değildi. Tümenlerin üç önemli unsuru olurdu; okçular, süvariler ve kuşatma birliği. Okçular ve süvariler sürekli at üstündeydi. At binme yetenekleri, buna bağlı koordinasyon ve uyum, ve son olarak komuta kesimine yüksek itaatları sayesinde, en ölümcül şartlardan bile başarıyla çıkabiliyorlardı. Korkusuz savaşçılar, yeri geldi mi kendilerini bilerek pusuya düşürüyor, sonra hevesle üstlerine kapanan orduya insanlık üstü bir hınçla saldırıp, cepheyi yararak aralarından çıkıyor ve kuşatmaya geleni kuşatıp imha ediyorlardı. Uyguladıkları iki önemli taktik vardı. Birincisi, karşısındaki orduyu gözüne kestirirse hemen topyekun saldırıya geçmeleriydi. Piyadeleri olmadığı için hızlı hareket ediyor, bir anda karşı ordunun içine girip, klasik düzendeki rakiplerinin savunma hattını delik deşik ediyordu. Süvari korumasındaki atlı okçular, bu saldırılarda arka hatlara yağdırdıkları oklarıyla panik havası estiriyordu. Teoride alışılmadık bir okçu düzenleri vardı; Atlı okçular bir çember şekli alıp oldukları yerde dönüyordu. Düşmana bakan tarafa denk gelen okunu atıyor, sonra çember boyunca dönerken yeni bir ok hazırlayıp, sırası gelince tekrar sallıyordu. Mitralyöze benzeyen bu düzen, muhtemelen karşı tarafı şaşkına çeviriyor, sürekli dönen, ama kesintisiz ok yağdıran birliğin neresine saldıracaklarını şaşırıyorlardı. Diğer taktik ise, muhtemelen Moğollar dışında kimsenin yapamayacağı bir baskın tipiydi. Genellikle şehir kuşatmalarında bunu uyguluyorlardı. Eğer şehrin düşmesini zor görüyorlarsa, bazı ekipmanlarını geride bırakıp kuşatmayı terk ediyorlardı. Şehirdekileri şüphelendirmemek için, en az 400-500 km açığa çıkıyor ve yemi yutmalarını bekliyorlardı. Kuşatılan şehirdeki insanlar bir kaç gün boyunca kimsenin dönmediğini, uzaklara gönderdikleri gözcülerin de düşmandan bir iz bulamadığını görünce, dışarı çıkıp ganimeti toplamak için araziye yayılıyordu. Moğol gözcüler şehrin dışarı çıktığını görünce orduya haber veriyor ve uzaktaki birlikler bütün gece at üstünde, en az 400 km yolu tahminen 10 saatte alıp şehre baskın veriyorlardı. Böylesine bir saldırıyı kimse bekleyemezdi. Şehrin savunması zayıf, insanları dışarıda, belki bir kutlama havasındayken, sabah güneşin doğuşuyla üstlerine çullanan sayısız atlıyla katledilip, şehri teslim ediyorlardı. Son olarak, kuşatma birliklerinin önemine değinmeliyiz. Yukarıda aktardığım hızlı birlikler, güçlü ve dayanıklı kale önlerinde pek bir işe yaramıyordu. Bu kaleler, ya uzun dönemli kuşatmalarla çökertiliyor, ya da mancınık, köprü ve diğer kuşatma ekipmanlarının inşasıyla duvarlar yıkılıp geçiliyordu. Bu yüzden, Moğollar girdikleri kentlerde eli iş tutan bütün zanaatkarları alıp yanlarında götürüyor, sonraki kuşatmalarda onların yaptıkları ekipman ve silahları kullanarak işgale devam ediyorlardı. Taktikler dışında diğer bir önemli silahları da istihbarat ve iletişim hızıydı. Her yerde paralı casusları vardı. Karşı tarafın durumunu, ordusunu, hareket ve niyetini ölçüp hem ordu komutanlığı, hem de merkeze hızla bildiriyorlardı. Ayrıca, merkezden gelen emirler de bu hızla dağıtılıyor, ordular sürekli iletişim halinde kalıyordu. Bu iletişimi destekleyen emir-komuta zinciri zamanının çok ötesinde işliyordu. Bizim anladığımız ahlaki değerlere sahip olmasalar da, komuta kademesine bağlılıkları üst seviyedeydi. Ayrıca, aralarında bir kavim, ırk yada din ayrımı yapmıyor, liyakata bağlı meritokratik bir düzende işleyişi sağlıyorlardı. Bu düzende esas olan başarıydı. Ordu komutanları emirleri yerine getirirse, daha fazla görevle ödüllendiriliyordu. Sosyal statü yada etnik köken bir ayrıcalık sağlamıyordu. Bu düzende yönetim kuralları "Yasa" adında yer almıştı. Eğer birisinin yalan söylediği ortaya çıkarsa, cezası ölümdü. Emirlere uymamak ta en az onun kadar büyük bir suçtu. Ayrıca, aile birlikteliğine saygı duyulmalıydı. Bu kanun altında birleşen Moğollar, artık birbirini yağmalamayacaktı. Sefere çıktıklarında, girdikleri şehirlerde yağma hakları eşitti, öncelik yoktu. Kanunu önce imparator, sonra generaller ve tümen komutanları koyardı. Aynı zamanda, yargıç da onlardı. Dini bir lider olmadığı için, mutlak rejim tek bir adamın kontrolündeydi. Moğollar, tarihteki en büyük imparatorluğu kurmuştu. Bu kadar geniş alana yayılan bir imparatorluğun, isyan ve gerilla savaşlarına maruz kalması beklenir. Ama böyle olmadı. Zaten, en büyük kötülükleri de buradaydı; girdikleri şehirlerde neredeyse herkesi öldürüyorlardı. Karşı tarafın askeri gücü, teslim olsa bile tamamen imha ediliyordu. Şehirdeki zanaatkarlar dışında erkek, kadın ve çocuk, genç, yaşlı herkes öldürülüyordu. Tekniklerini kanlı ve kansız ölüm diye ikiye bile ayırmışlardı. Kanlı ölüm kılıç, bıçak yada ok gibi aletlerle yapılırken, kansız ölüm atlara ezdirerek, kutulara hapsederek ya da aç bırakarak uygulanıyordu. Böylesine bir hıncı açıklayabilecek tek bir şey var; katıksız bir nefret ve kendisi dışındakinin yaşamına kayıtsızlık. Bütün bir orduyu ruh hastası olarak düşünemeyiz. İçlerinde iyi niyetli insanlar da varken, girdikleri şehirlerde herkesi, özellikle masum, korkmuş insanları böylesine acımasızca katletmelerini başka bir şey açıklamıyor. Özetle; zor bir iklimin, kuralsız ve ahlaksız toplulukları, muazzam bir güçle her yere saldırdılar. Korkutucu görüntüleri, soğuktan korunmak için hayvan yağıyla kaplı, berbat kokan vücutları, duygusuz ve hırçın mizaçlarıyla gerçekten cehennemden gelmiş gibiydiler. (Bu cehennemden gelme olayına Harezm işgali esnasında tekrar geleceğiz.) Onlar, kendilerine Kudurmuş Seller derlerdi. Aynı, bahar zamanı eriyen karlarla taşan nehirlerin korkutucu görkemine benzeyen, beklemediğiniz bir anda, karşıdaki dağlardan akan süvariler ve peşinden gelen ölüm gibi... Bir sonraki bölümde, Cengiz Han'ın dünyanın en büyük imparatorluğunu kurma hikayesine gireceğiz. Sevgiler
top of page
bottom of page
Comments