Fırat uyandığında meltem esiyor, ılık nefesiyle üstünü örtüyordu. Gerinip yattığı yerden doğruldu. Karmakarışık saçlarına elini soktu, tarak yapıp düzeltti biraz. Etrafına bakınıp, annesinden bir iz aradı. Rüya mı yoksa gerçek mi bilmiyordu ama annesi yanındaydı gece. Sımsıkı sarılmıştı ona, kokusu sinmişti üstüne. Öpmüştü yanaklarından, hissetmişti bunu. Elini gezdirdi yüzünde ve hatırına gelen ıslaklığı aradı. Bulamadığı şeyin annesinin iki damla gözyaşı olduğunu düşündü. Herhalde gece onu öperken ağlamıştı.
Görünen, annesinden bir iz yoktu. Gelmişse bile bir şey bırakmadan gitmişti. Güneşin ışığıyla dolan odasına göz gezdirdi. Masadaki sürahiden bardağına biraz su koyup içti ve meltemin kaldırdığı perdeden bahçeye baktı. ‘Acaba bu sefer çözebildim mi’ diye merak edip, rahat durmayan perdeyi eliyle tutup kenara çekti. Evet, daha iyi görünüyordu bahçe. Biraz rahatlattı bu onu, bir önceki gün çok uğraşmıştı. Annesinin yokluğunu içine gömüp kalan işi halletmek için kalktı yataktan. O yoktu ama sözünü dinliyordu. Önce yüz yıkandı, sonra dişler fırçalandı. Masadaki ekmekten bir dilim aldı ve üstüne bal döktü. Şapur şupur yedikten sonra ellerini yıkayıp üstünü değiştirdi. Sonra duvardaki kağıda her birini tek tek işaretledi. Annesi buna görev tablosu derdi. Bu tabloya sabah ve akşam yapılacakları yazar, hafta boyu da bunları işaretlerdi. O yoktu, ama Fırat görevi görev bilmişti. Tek tek yaptıklarını işaretliyor, yapamadıklarına da çarpı atıyordu. Geri döndüğünde gösterecekti, sözüm söz diyecekti.
Yatağını toplayıp, odadan bahçeye çıktı. Ayakkabılarını giydi, kenardaki çapayı aldı. Etrafa göz gezdirip, baharın güzel kokusunu çekti içine. Küçük bahçe yemyeşildi. Çiçeklerle bezenmiş bu örtünün üstünde kelebekler, arılar bir oraya bir buraya uçuyor, ağaçlardan kuşlar cıvıl cıvıl şarkı söylüyordu. Zeytin ağacına gidip toprağa baktı. Eh, ayrık otları kısmen de olsa durmuştu. Bahçede en çok burada bitiyorlardı. O çapalayıp otları söküp attıkça, hemen yenileri çıkıyordu. Aslında bu işte bir gariplik vardı; bu otlar nasıl bu kadar çabuk çıkıyordu? Fırat işin bu kısmını anlamıyor, ama ayrık otlarını hiç sevmediği için her gün onları çapalayıp söküyordu. İşte dün uğraşıp durduğu kısımda biraz daha iyi durumdaydı. Zeytinin dibinde bunlar bitince, ağaç da dallarını eğiyor, yaprakları kapanıyordu. Bu ağacın yağı çok güzeldi. Özellikle, annesi bayılırdı. Her geldiğinde mutlaka ağaca bakar, zeytinleri kontrol eder, "İyi, bunlar kokulu ve güzel yağ verecek." derdi. Fırat da bunu bildiği için ayrık otlarını ağaçtan uzak tutmaya çalışıyordu.
Öğlene kadar çapayı vurdu da vurdu. Yemek zamanı gelince, bahçenin diğer kısmına gidip birer tane domates, salatalık, ve biber kopardı. Azığına odasından bir dilim ekmek katıp, bahçenin diğer tarafındaki çınarın altına geçti. Bu ulu ağaç bahçenin koruyucusuydu. Bütün heybetiyle dikilir, kökleri bilinmez yerlere uzanır, dalları göğü sarıp sarmalar, heybetiyle canavarları kaçırırdı. Öğleden sonra güneş yaman olurdu buralarda. Bu çınar olmasa, bahçeyi yakar kavururdu. Ama onun görkemi güneşi bile sakinleştirir, meltemle birleşip ılık bir havanın sevincini yaşatırdı. Fırat arada ona gidip sarılır, gövdesindeki sıcaklığı hisseder, kulağını dayayıp sesini dinlerdi. Esen rüzgarla oynaşan dallarının sesi gövdesine vurdukça Fırat bunu kalbinde hisseder, babasını özlerdi. O da yoktu, annesi gibi uzun zamandır. Ama, bu çınara her sarıldığında sanki oradaymış gibi bir hisse kapılırdı.
Öğle yemeğini bitirip, yine çapasına döndü. Artık bu kadarı da fazlaydı. Yemek molasındayken, ayrık otları çapaladığı yerleri yine sarmıştı. İlerleyişlerini neredeyse gözle takip edilebiliyor, bununla nasıl başa çıkacağını bilemiyordu. Bir eliyle saçlarını karıştırırken, diğeriyle çapasına dayanıp düşüncelere daldı. İşte o böyle dururken, bahçe çitinin arkasından bir ses işitti: "Hey, bakar mısın küçük oğlan?"
Dönüp o tarafa bakınca hiç bir şey görmedi, ama ses tekrarlandı: "Sana diyorum, bakar mısın buraya?"
Merak edip çite doğru yürüdü. "Evet, evet buraya diyorum." Minik bir el sallanıyordu çitin arkasından.
Fırat, yaklaşıp çitin arkasına bakınca çok şaşırdı. Karşısında bir cüce vardı. Kocaman burnu, kırmızı yanakları ve beyaz sakalı vardı bu cücenin. Kafasında kukuletası, üstünde kırmızı elbisesi, sivri burunlu çizmeleriyle dikiliyordu karşısında. "Nihayet! Sonunda küçük bey lütfedip gösterdiler kendilerini. Acaba daha ne kadar bekleyecektim burada?"
Cücenin hınzır bakışı, şakacıktan çıkıştığını gösteriyordu. Ama Fırat yine de saygılı davrandı: "Ben duymadım, kusura bakmayın. Şuradaki ağacın altındaki ayrık otlarını yoluyordum da."
"Yaa?" dedi cüce, o tarafa bakarak. "Çok mu türediler?"
"Evet" diye cevap verdi Fırat. "Ne yapsam olmuyor, bir türlü üstesinden gelemiyorum. Ben bir yeri çapalıyorum. Sonra başka bir yere geçiyorum. Ama bir bakıyorum, yine sarmışlar orayı."
Cüce, kafasını eğip biraz düşündü. Sakalını sıvazladı, kaşlarını çattı. Sonra, birden "Tamam!" diye bağırdı. "Bak, ne diyeceğim. Benim altı kardeşim var. Onları da buraya çağıracağım, sana yardım edeceğiz. Bütün bahçedeki otları temizleyip, seni bu dertten kurtaracağız." Ellerini beline koymuş, teklifinin kabul edilmesini bekliyordu.
Fırat, "Çok teşekkür ederim ama, benim size verecek hiç param yok." dedi.
Cüce yine hınzır bakışıyla çıkıştı yine: "Ne demek efendim, onun için mi yapıyoruz? Bugün biz sana, yarın sen bize. Haydi bakalım, zaman kaybetmeyelim. Ben kardeşlerimi alıp geliyorum. Akşama kalmaz, bütün bahçeyi temizleriz." Böyle diyen cüce birden ortadan kayboldu. Fırat nereye gitti derken bir baktı ki, kardeşlerini de almış bahçenin karşısındaki tepeden o yana doğru iniyorlar. Çapalarını, kazmalarını omuzlarına koymuş o hep bildik şarkılarını söyleye söyleye bahçeye geldiler. Onları gören çiçekler daha bir açtı, arılar vızıldadı, kuşlar şarkılarına eşlik etti. Fırat'la beraber akşama kadar çalışıp, bahçede temizlenmedik yer bırakmadılar. İşleri bitince Fırat'ın teşekkürünü bile dinlemeden yine sıraya dizilip bayıra doğru gittiler, tepeyi aşıp arkasında kayboldular.
Bu hiç beklenmedik yardımla Fırat bütün problemi çözmüştü. Bahçe tertemizdi. Güneş dağların ardına geçerken zeytinle çınarın dallarına dizilen kuşlar son şarkılarını söylüyordu. Yorgunluktan güç bela yemeğini yedi, ellerini yıkayıp, dişlerini fırçaladı. Pijamalarını giyip, görev tablosunu doldurdu. Yatağına uzandığı gibi gözleri kapandı. Bahçenin huzur dolu esintisi onu alıp derinlere götürdü.
Ertesi sabah kalktığında annesini aradı yine. Emindi gece yanında olduğundan ama bir türlü uyanıp görememişti onu. Halbuki bahçeyi nasıl temizlediğini, işlerin yoluna girdiğini anlatacaktı. Ama olmamış yakalayamamıştı. Yine bütün sabah işlerini yaptı ve ardından bahçeye koştu. Fakat onu hüsran bekliyordu, çünkü otlar yine sarmıştı orayı burayı. Bir gün önceki hummalı çalışmaya rağmen yine ne yapıp edip gelmişlerdi bahçeye. Bunu bir cadı mı yapıyor diye düşündü. Bütün bahçeyi gezdi, ondan bir iz aradı. Dallara dizilen kuşlara sordu, kelebeklerle konuşmaya çalıştı ama nafile, hiç bir iz bulamadı. Yine iş başa düştü diyerek çapasını aldı. Bu sefer farklı bir yerden başlamayı düşünüp sebzelerin arasına girdi. Çapalamaya başlamış, otları kökleriyle söküyor, havaya fırlatıyordu. Ama ne kadar hızlı çalışırsa çalışsın, bütün bahçeyi bir günde bitiremeyeceğini biliyordu. İşte bunun hüsranıyla işi bıraktı, dikilip etrafına bakındı. Ben bunu nasıl başaracağım, dedi kendisine. Gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Annesini de, babasını da çok özlemişti. Şimdi babası burada olsa beraber girişirlerdi bu işe. O güçlüydü çok, bir başladı mı öğlene kalmaz söker atardı bunların hepsini. Annesi de onlara mis gibi bir yemek yapar, bir de Fırat'ın un kurabiyelerini pişirirdi. Sonra belki teyzesi de gelir, onunla papatya toplar, belki bir taç yaparlardı. Teyzesi çok güzeldi, bu taçla tam bir prenses olurdu. Fırat'ın elinden tutar tepeleri gezmeye giderlerdi. Bazen babası da onlara katılıp bir uçurtma getirirdi. O ipi çekiştirip uçurtmayla uğraşırken, annesi arkasında onu sarıp yanaklarından kocaman öperdi. Ne güzel günlerdi bunlar. Ne mutluydu onlarla...
Fırat'ı bu hayallerden yine bir ses uyandırdı. "Merhaba Fırat" dedi onun yaşlarında bir oğlan. Dönüp o tarafa bakınca çitin arkasında el ele tutuşmuş iki çocuk gördü. Büyük olan bir oğlan çocuğu, elinden tuttuğu ise küçük kız kardeşiydi. Köylü kıyafetleri, çimenle lekelenmiş çıplak ayakları, tombul yanaklarıyla pek sevimliydiler. Oğlan seslendi tekrar: "Merhaba Fırat. Benim adım Hansel. Bu da kardeşim Gretel."
Fırat'ı bir merak aldı. Bunlar gerçekten masaldaki çocuklar mıydı? Yanlarına yaklaştı ve daha dikkatli baktı. Evet, olması gerektiği gibi görünüyor, aynı masalda anlatılan çocuklara benziyorlardı.
"Neden ağlıyorsun?" diye sordu Gretel ona. Fırat bahçedeki işten bahsetti.
Hansel: "Biz sana yardım edebiliriz. Hem sana kendi hikayemizi de anlatırız bu sırada. Ne dersin?"
Fırat işe yaramaz diyecekti ama bu Hansel ve Gretel'di. Dünyada kaç çocuğu Hansel ve Gretel ziyaret ediyordu ki? Onların hikayesini çok severdi. Kendilerinden dinlerken merak ettiği şeyleri de sorardı. Sonra, belki teyzesine anlatırdı bunları. O çok şaşırırdı buna, emindi.
Birlikte işe koyuldular. Otları ayıklarken Fırat cadıyı sordu, pastadan evi sordu, daha bir sürü şey sordu. Keyifle çalışıp işlerini öğleden sonra bitirdiler. Sonra saklambaç oynadılar, kelebekleri kovaladılar, şarkı söylediler. Çimenlerin üstüne yatıp, bulutların neye benzediğini hayal ettiler. Çok gülüp eğlendiler ama akşam oluyordu artık. Hansel ve Gretel, Fırat'a veda edip tepenin ardında kayboldular. O da bu çok farklı günü annesine, teyzesine nasıl anlatacağını düşüne düşüne uykuya daldı.
Sabah onu bir şimşek uyandırdı. Odası karanlıktı, soğuktu. Göğü kara bulutlar sarmış, meltemin yerini sert bir rüzgar almıştı. Soğuk hava onu çok üşütmüş, erken uyanmasını sağlamıştı. Endişeyle yataktan doğruldu. Odadan çıkıp gri gökyüzüne baktı. Ötelerden şimşekler çakıyor, gürültüsü toprağı sallıyor, onu korkutuyordu. Bahçeye baktığında her yeri ayrık otlarının sardığını gördü. Sebzeler solmuş, ağaçların gövdesine kadar bu otlar tırmanmıştı. Çınarla zeytin dallarını eğmiş, yaprakları kapanmıştı. Bahçede ne bir çiçek, ne de uçan bir şey kalmıştı. Endişeyle etrafına bakındı. Rüzgar saçını savururken yüzüne tokat gibi iniyordu. Her şimşek kalbinde patlıyor, o ne yapacağını bilmeden orada dikiliyordu. Odasına saklanmayı düşündü, ama arkasını dönüp baktığında otların evin içine de girmeye başladığını gördü. Korkuyla bir adım geriledi. Ağlamaya başlayıp annesine seslendi. Şimdi yağmur da başlamıştı. Kocaman kocaman taneler her yeri dövüyor, Fırat'ı ıslatıp üşütüyor, daha da korkmasına neden oluyordu. Tekrar annesine seslendi. Sonra bütün gücüyle bağırdı, defalarca onu istedi. Babasına seslendi. Kimse sesini duymuyor, fırtına bütün acımasızlığıyla hem göğü hem de haykırışlarını örterken, ayrık otları da odasını ve ağaçları yiyip bitiriyordu. Bütün bu karmaşa içinde olduğu yere çöktü ve kollarıyla başını sarıp, hızla nefes alıp vermeye başladı. Otlar hızlanmış, ayaklarını sarmaya başlamıştı. Ne kadar büzüşse de onlardan kaçamıyor, tenini saran bu soğuk şeyin onu sıkıca kavrayıp nasıl kendine bağladığını hissediyordu. Panik sardı bütün bedenini. Kalbi dururcasına çarpıyor, vücudu istemsizce kasılıyordu. Fırat umutsuzca annesine seslendi. Sesi kısıldı, sadece o duydu...
O sırada, fırtına bir anda dondu. Rüzgar kesildi, yağmur damlaları havada kaldı. Otlarda durmuş, hareket etmiyordu. Başını kaldırıp etrafına baktı. Anlaşılmaz bir büyü içindeydi sanki. Her şey donmuştu ama o hareket edebiliyordu. Ayağa kalkıp bahçeyi gözden geçirdi. Otlar her yerdeydi ama artık ilerlemiyordu. Bahçe bu kasvetli hava altında eziliyor ama daha da kötüleşmiyordu. Sonra bulutların arasından bir ışık süzüldü üstüne. Sadece onu aydınlatan bu sıcacık ışık içini ısıttı. Korkusu geçmiş, etrafa bir dinginlik süzülmüştü. İçini daha önce hiç tatmadığı bir huzur kaplamıştı. Sonra bu ışıkta bir gölge belirdi. Yoğun ışığı bu gölge örttü ve ona doğru yaklaşırken kanatlarını açtı. Yavaşça önüne inen güzel bir periydi bu. Altın rengi saçları ve üstünde mavi elbisesi olan peri elinde yıldızlı asasıyla karşısında duruyordu. Yüzünde çok hoş bir gülümsemeyle Fırat'a baktı.
"Merhaba Fırat" dedi peri. "Seni almaya geldim."
"Nereye gideceğiz ki?" diye sordu Fırat. Perinin güzelliği büyülemişti onu.
"Buradan uzaklara" diye cevap verdi peri. "Seni başka bir bahçeye götüreceğim."
"Orada ayrık otları çıkmaz mı?" diye sordu Fırat.
Peri gülümseyip onun yanağını okşadı. "Hayır, çıkmaz" dedi. "Seni korkutacak hiçbir şey olmaz o bahçede, merak etme." diyerek elini uzattı. Annesi ve babasını düşündü o sırada. Peri bunu anlayıp: "Seni orada bekliyorlar Fırat." dedi. "Çok mutlu olacaksın orada."
Fırat bunu duyunca çok sevindi. Her şey yine eskisi gibi olacaktı. Perinin elini tuttu ve ikisi beraber ışığın içinde yükselmeye başladılar.
***
Fırat'ın bağlı olduğu yaşam destek ünitesinden tiz ve kesintisiz bir ses geliyor, gösterge düz bir çizgiyi gösteriyordu. Annesi gözleri yaş içinde, dudakları titriyor, oğluna seslenmeye çalışıyordu. Üzüntüsü bütün benliğini sarmış kısılan sesiyle son bir defa adını söylemeye çalışıyor ama başaramıyordu.
Elindeki masal kitabı yere düştü. Fark etmedi bile çünkü kurtarma çabasıyla oğluna doğru uzanmıştı. Kocası onu tutup sardı ve kendisine bastırdı. Onlar hıçkırıklara boğulurken doktor odaya girip önce destek ünitesine, sonra da yataktaki eriyip tükenmiş çocuğa baktı. Artık müdahale edecek bir şey kalmamıştı.
Aileye dönüp: "Çok üzgünüm." dedi. "Lösemi her yerini sardı Fırat'ın, durduramadık.". Biraz kenarda bekledi, sonra onları matemiyle bırakıp odadan çıktı..
コメント