Merhaba,
Beyin cerrahı Dr. Frank Vertosick'in çok güzel bir kitabı vardır; Beynine Bir Kez Hava Değmeye Görsün. Dünyanın en zor işlerinden birini yapan doktorumuz, bu kitapta kendi hikayesini anlatır, ama ne bir tepeden bakış, ne de kibirle. Kitapta bir terim geçer; ameliyat psikopatlığı. Kendi anlatımına göre, beyin cerrahı bir defaya mahsus hata yapıp hastasını kaybetmeli, masada bırakmalıdır. Bunun sonucu vicdanının ona acı çektirmesi, doktorun depresyona girmesidir. Zamanla bu berbat ruh hali geçecek, özgüven tekrar kurulacak ve doktor hayatına geri dönecektir. İşte bu süreç onu "ameliyat psikopatı" yapar. Böylece bir daha hastasını masada bırakmaktan korkmaz. Artık daha cesurdur, en detaylı ameliyatında bile endişeye kapılmadan işini görür.
Bunun bizim işimizde, yani tedarik zincirindeki karşılığı planlama psikopatıdır. Her planlamacı en az bir defa planladığı hattı, fabrikayı ya da müşterisini durdurur. Onun yüzünden duran sistemin yüküyle kahrolur. Günahını alıp evine gidecek, bir süre depresyonda kalacaktır. Müdürü, amiri ne derse desin fark etmeyecek, çuvallamışlığın dayanılmaz hafifliğiyle aynaya bakıp kendisini bir güzel ezecek, yoğuracak ve baştan yapacaktır. Zaman akınca, sular durulunca, artık korku nedir bilmez. En detaylı planları yapar, en kompleks problemleri halleder ve fabrika müdürünün bile alamayacağı riski yönetir. İş görüşmelerinde hep sorduğum bir şeydir bu; hiç fabrika durdurdun mu? Evet diye cevap verenleri önde tutarım çünkü o ciddi durumu bir kez bile yaşamış olmasının ona katkısı çok büyüktür. Tekrar durdurursa da üstüne gitmemek gerekir, çünkü o kendini yeterince yer bitirir. Onun da bir insan olduğunu, hata yapabileceğini unutup üstüne yürürsek hata daha da büyüyebilir. İşin içinde olanlar bilir; büyük planlama hatası şirketi iflas ettirir, örnekleri sektör tarihinde çok fazladır. Yeterince zor bir işle uğraşan birisine hoşgörü gösterilmeli, hataları tekrarlamıyorsa konuyu halletmesi için zaman ve mekan bırakılmalı, ama talep ettiği anda yardım da gösterilmelidir.
Bunu yazmak, söylemek kolay ve güzel. Fakat, gerçek hayatta durum farklıdır, hava soğuktur. Üstünüze binen sorumluluğun, iş stresinin altında size bağlı planlamacının hatasını mazur görmek, yukarıdan, yandan, müşteriden gelecek tepkileri göğüslemek kolay değildir. Bunu her zaman becerebildiğimi söyleyemem, kalbini kırdığım, üzüntüsünü katladığım çok çalışma arkadaşım oldu. Umarım beni affetmişlerdir, ya da yaptığım iyi şeyler üstünü örtecek kadar fazladır. Bu içsel hesaplaşmayı bir kenara bırakıp, bu hoşgörüyü kesintisiz, ne olursa olsun gösterebilen birinden bahsetmek istiyorum, Sinan Hocam'dan. Sinan Hocam, bölümümüzün en güçlü matematikçilerindendir. Yoğun ve engin bilgisi bize bir çok yerde ışık tutmuştur. Bu teknik kapasitenin üstüne bir de hümanizmi koymamız gerekir. Bunun için okul yıllarıma dönüp, üzerimizde bıraktığı etkiyi daha detaylı anlatmaya çalışacağım.
Üçüncü sınıfın ikinci dönemindeyiz. Bölümün en sıkıntılı, en stresli zamanıydı. Aynı dönemde yön/eylem, simülasyon, üretim planlama gibi can yakan dersler altında eziliyorduk. Her dersin ayrı bir sınav, quiz, ödev, proje talebi vardı. Bunların hepsine yetişebilmek için kesintisiz çalışıyorduk. Ortalama bir günümde bir quiz veya sınava giriyor, sonra bir ödevi teslim ediyor, iş bitince eve koşup kaldığım yerden sıradakine çalışmaya devam ediyordum. Yorgunluk iyice üstüme çökmüş, geceleri geç saate kadar bir şeylerle uğraşmaktan sabah kalkamıyordum. Annem sabahları beni defalarca telefonla arayıp uyandırıyordu. Tabi iyice sinirlerimiz bozulmuş, hır gür çıkartmak için fırsat kolluyorduk. Sinan Hocam, yine kendisi kadar değerli Sedef Hocamla yön/eylem dersi veriyordu. İş ikinci vizede patladı. Artık dayanılmaz hale gelen bu ders çalışma, ödev, proje ve sınav döngüsü bu sınavın sonunda bizi isyana itti. Hatırlıyorum zor bir sınavdı, ya da biz artık çok yorulduğumuz için öyle gelmişti. Sinan Hoca hepimizle konuşmak istediğini duyurdu, amfide bir gün buluşacak, durum değerlendirmesi yapacaktık. Böyle bir şey yapması bir zorunluluk değildi, "Çalışmayan kalır." deyip bizi kapının önüne koyabilirdi. Fakat, öyle yapmadı, bizi dinlemek istedi. Tabi biz hırs küpü halde gittik amfiye. Sesimiz yükseliyor, yetti, canımıza tak etti diye sitem ediyorduk. Olgunca karşıladı, dinledi, anlayış gösterdi. Sonra soruların üstünden geçmeye başladı. Öyle tatlı bir dille anlatıyor, öylesine mütevazi ve içten bir tavır sergiliyordu ki, bizim bütün ergen öfkemiz, isyankar halimiz söndü gitti. Diyorum ya, istese bizi bir güzel ezer, üstümüzde tepinirdi. Bunun için ihtiyaç duyacağı her şeye sahipti; bir akademisyendi ve kendi alanında çok ama çok güçlüydü. Yine de bunların hepsini bir kenara koyup, şefkatle bizi sardı ve savrulup durduğumuz yerlerden bizi toplayıp öğretmek istediği şeye odakladı. Sakinleşip dağıldık, işimize geri döndük.
Dördüncü sınıftaydım; yine yoğun bir çalışma dönemindeydik. Mezuniyet stresi, bitirme projesi, sınavlar, ödevler koşar adım devam ediyordu. Bir de üstüne 2001 krizi girdi ve ailem mali açıdan zorlanmaya başladı. Hepsi üst üste binince benim ruh sağlığım iyice çöktü. Nereden geldiğini, nasıl başladığını hatırlayamadığım bir depresyon bana musallat oldu ve hayatım zindana döndü. Ailem ve arkadaşlarımın desteğiyle bir ay içinde atlattım ama olan derslere olmuştu. Sinan Hocadan aldığım bir dersim vardı. Sınavına girememiş, ödevlerini verememiştim. Yanına gidip durumumu anlattım, ne raporum vardı ne de durumu kanıtlayacak bir belgem. Gençliğimi, sorumsuzluğumu, uçarılığımı anlayışla karşıladı, hoş gördü. "Sen çalışmaya devam et, ikinci sınavda arayı kapatırsın." dedi. Öylesine rahatlamıştım ki; özrümü kabul etmeseydi okulun uzama ihtimali vardı, ailemin durumu belli değildi. Ben kara bir kuyuya düşerken beni çekip almıştı. Aslında hiçbir şey yapmak zorunda değildi, ciddiye bile almasına gerek yoktu. Ama o en güçlü silahını kullanmıştı beni hizalamak için; hoşgörüsünü. Vicdanıma seslenmiş, beni kat kat faiziyle ödemem gereken bir borcun altında bırakmıştı.
Beraber çalıştığım insanlara hoşgörü göstermeliydim. Hatalarını telafi etme şansı tanımalı, içine düştükleri durumu anlayışla karşılamalıydım. Belki daha da önemlisi; işin dışında bir hayatları olduğunu, olması gerektiğini ve bu hayattan kaynaklı problemlerin ne yaparlarsa yapsın işe yansıyacağını bilmeliydim. Biz mühendis kökenli yöneticiler, okul yıllarıyla beraber sürekli ve aşırı çalışmanın getirdiği bir çıkmaz sokağa sapabiliyoruz. "Ben zamanında çok çalıştım, çok çektim. O da çeksin" diye anlamsız ve zalim bir fikre kapılıp etrafımıza eziyet edebiliyoruz. Bu noktada bize yardımcı olacak şey kendi vicdanımızdır. Sinan Hoca gibi insanların, biz "sözde" çok çekenlere gösterdiği tevazudur. Kibir kulemizden hoşgörüyle bizi indirmesidir. Böylesine zarif ama güçlü duygularla bizi sarması, kollamasıdır. İşte o zaman etrafımızdakileri kırıp dökmeden, ama iş disiplinini de bozmadan yola devam edebiliriz. Mekanikle insan olmayı birleştirebiliriz.
Kendisine olan borcuma gelince; bir sonraki yazıda ele alacağım Birleşik Tedarik Modelini ona ithaf ediyorum. Yıllar önce hoşgörü gösterdiği mühendis adayının minnettarlığını gösterme çabası olarak kabul etmesini rica ediyorum.
Sevgiler
Comments