Önce büyük usta Cemal Süreya'nın kendi ağzından biyografisini dinleyelim; (Merak edenler şu linkten de izleyebilir; Cemal Süreya)
"1931 yılında doğdum...
1937 yılında annem öldü...
1944 yılında Dostoyevski'yi okudum. O gün bu gün huzurum yoktur...
Biyografim bu kadar." (*)
Bir de Stefan Zweig'ın Üç Büyük Usta adlı eserinden referans alayım. Zweig bu eserinde üç büyük yazarı gözlem altına alıyor; toplumun romanını yazan Balzac, ailenin romanını yazan Dickens ve bireyin romanını yazan Dostoyevski. Eserin ön sözünde bu kitabın yeterliliği hakkında konuşur ve der ki;
"(...) yeterlilik konusunda en çok Dostoyevski yazısından şüpheliyim, çünkü onun sonsuz boyutlarını tıpkı Goethe'de olduğu gibi en geniş formül bile yeterince kapsayamaz."
Son alıntımı da Suç ve Ceza'yı Türkçeye çeviren Mazlum Beyhan'ın bu eser için yazdığı ön sözden yapayım;
"Dostoyevski'nin romanında çizdiği tablo oldukça karanlıktır. Ama bu karanlık içinde yine de bir ışık vardır. Bu Raskolnikov'un (kitabın kahramanı) insanlara gerçekten hizmet etmenin yolunu ve araçlarını bulacak ahlaki güce, cesarete ve kararlılığa sahip olduğuna duyduğumuz inançtır: Çünkü Raskolnikov her şeye karşın "insan" olarak kalmıştır.
İnsan dehasının yarattığı en yüce yapıtlardan biri olan bu romanın son sayfasını da çevirip kapattığımız zaman içimizde aydınlık bir şeyler duymamızın nedeni de bu olsa gerek."
Ben Dostoyevski okumaya (daha doğrusu okuma çabasına) lisedeyken başladım. Bugünden farklı olarak, o zamanlar Dostoyevski okumak, okuyabilmek ciddi bir statü göstergesiydi. Anlamak için defalarca aynı sayfayı okuyor, ama çoğunlukla korkunç bir kafa karışıklığıyla başından kalkıyordum. Ben bunu hep kendi yetersizliğimde bulup Dostoyevski'ye ara veriyor ve diğer yazarlar, hatta bazen çok alakasız konulara geçip belki bir yıl sonra şansımı tekrar deniyordum. Ama yok, aynı anlamsızlık beni kavurduğu için istediğim verimi bir türlü alamıyordum. Tolstoy yada Balzac ahlaki çatımı kurmamda bana yardım ederken, ya da çoğunlukla beynim içinde beni döve döve şekle sokarken, bu adamın etkisi her şeyi bir birine karıştırmak oluyordu.
Sonra, Suç ve Ceza'yı okudum. Herhalde 20 yaşındaydım. Ve o günden bu güne böyle bir şey daha okumadım. O zamanlar ön sözleri pek okumazdım, ama kitabı tekrar okumak için elime aldığımda bu sefer merak edip Mazlum Beyhan'ın ön sözüne baktım ve beni böylesine etkileyen şeyi onun açıklamasında buldum.
Karmaşaya gelince, şu "Bu adam ne anlatıyor?" kısmı bitmemişti. Ta ki, Yeraltından Notlar'ı okuyuncaya kadar. Ben aslında ilk okumam gerekeni son okumuşum. Yeraltından Notlar, büyük eserlerinden (Suç ve Ceza, Budala, Ecinniler, Karamazov Kardeşler) önce yazılmış ve bu büyüklerin gelişini müjdeleyen görece çok kısa bir kitap. (Bir Dostoyevski en az 600 sayfadır, bu ise sadece 150, olacak iş değil...) 40 yaşlarında bir adamın hezeyanlarını, içsel sarsıntılarını ve insana dair fikirlerini 40 sayfalık bir prelüd gibi verir. Sonra bu adamı 24 yaşına döndürür ve bütün içsel bulamacına (ben böyle diyorum artık) sokup, ruh haline göre değişen diyaloglarını aktarır. Ve diğer eserlerinin aksine ruh halini önden verip, sonra konuşturur. Bilmiyorum bu komando eğitimine mi alıştım artık, ama ilk defa bir Dostoyevski eseri çok çabuk şekillendi kafamda. Bu kitaptan, onun büyük eserlerinde kullandığı tekniğin özünü kısmen de olsa anlayabildim.
Abartıyorsun diyenlere ve okumayanlara Ecinniler'i öneriyorum. Bu kitap 900 sayfa. Kitabın ana karakteri oyuna 250'nci sayfada giriyor. Öncesinde hakkında toplasanız bir sayfa yazı var yok. Onun ana karakter olduğunu 400 gibi anlıyorsunuz ama birden kayboluyor ortadan, hatta 600 gibi "Yok, galiba o ana karakter değil" diye düşünürken, 750 gibi tekrar ortaya çıkıyor. Bu arada 700'lü sayfalar civarında sahneye hala yeni karakterler giriyor ve ben sahadaki diğerleri için bu kimdi diye hala geriye dönüp bakıyordum. Rus toplumuna özgü birden fazla isim ve soyadlarıyla sunulmaları da ayrı bir güzellik katıyordu bu kavurucu yaz sıcağına. (Web'den bile baktım, bu karakter şemasını çizen var mı diye. Kitapta sürekli iletişim halinde 50 karakter vardı galiba...) Bu esnada özetlesek 10 sayfayı geçmeyecek olaylar oluyor, ama bizim derdimiz kişiler ve onların derin iç dünyasındaki sarsıntılar olduğu için zaman duruyor ve konu geniş bir ruhsal alana yayılıyor. Yılmadım, bütün enerjimi ve irademi kullanıp bu muhteşem eseri bitirdim.
Sonuç; Dostoyevski'nin dehası karşısında saygıyla eğildim. Bu karakterlerin diyalogları çok çok derinlere iniyor ve okurken ruh hallerini merak ettiriyor. (Tekrar söylüyorum, Dostoyevski kişilerin ruh hallerini açık açık söylemeyi Yeraltından Notlar'dan sonra bırakmış) Ama diğer yazarların ki gibi kesin bir ruh hali olmuyor. Örneğin bu adam sinirli diyorsunuz, yok adam sinirli yanında yorgun, mutsuz vs çıkıyor. (Ya da konuşmadan ben bunları çıkarıyorum.) Bir de neden böyle bir duygusal halde diye merak ettiriyor üstüne ve bununla ilgili teoriler geliştirmenizi bekliyor. (Örneğin bir oğlan her şey yansın istiyor ama özünde babasının onu terkini görüyorsunuz ve yine kendisini terk etme ihtimali olan bir yaşıtına yaltaklanması ve buna duyduğu nefret.) Sunduğu karakterlerin hiçbirisi parlayıp kutsal bir seviyeye çıkmıyor. Kitabın sonunda teker teker sahneyi terk ediyorlar. Bunu ya ölerek, ya uzaklara giderek, ya da sessizce evlerine dönerek yapıyorlar. Ve siz, huzurunuz kalmamış, olan bitenler ve onlarda rol alanların derinliğiyle ilgili düşüncelerle baş başa kalıyorsunuz.
Emile Zola, kitaplarını yazarken önemli her bir karakter için bir not defteri tutar, bunlara kişisel özelliklerini yazarmış. Dostoyevski böyle bir yol izlememiş. Karakterlerin görünümü hakkında belki bir paragraf yazıyor, ama kişinin psikolojisi ve fikirlerini belki yüzlerce sayfada anlatıyor, ve sadece diyaloglarla. Ortalama bir okur olarak, bu kişilik çerçevelerinde hiçbir çatlak ya da çapraşık bir durum görmedim. Hepsi kendi içinde tutarlı kalıyor. Nasıl derseniz, açıkçası bilmiyorum. Sadece tutarsızlığı gösterecek, güdüsel bir rahatsızlık hissetmediğimi belirtebilirim.
Peki, kimsenin yapamadığını o nasıl yapıyor? Daha psikolojinin bilimsel temellerinin doğru düzgün atılmadığı bir dönemde, köhne bir evde oturup yaşam sıkıntısı çeken ve bu konuda hiçbir eğitimi olmayan birisi, aradan 150 yıl geçmesine rağmen bu kadar güzel bir "insan" sunuyor? Aklıma sadece iki fikir geliyor;
Birincisi Dostoyevski'nin eserini aslında kafasında tek seferde yazması ve sonra bunu uzun uzun kağıda dökmesi. Yani anlamadığımız bir mutant olması. Bu çok havalı fikri, ne yazıkki Zweig'ı okuyunca terk ettim. Onun bahsettiğine göre, Dostoyevski, Ecinniler'i yazarken ortalarda bir yerde geçirdiği bir sara nöbeti sonrası bütün karakterleri unutmuş. Yazdıklarını defalarca okuyup, karakterleri tekrar yuvalarına oturtmuş ve ancak bu şekilde yazmaya devam edebilmiş.
İkincisi, Dostoyevski'nin çoklu kişilik bölünme yaşaması. Literatüre Sybil olarak geçen Sybil Dorsett'in çoklu karakter hikayesi buna bir örnek olabilir. Aynı kişi bünyesindeki farklı karakterleri taşıyıp buna rağmen bütünlüğünü (görece) koruyabiliyor. Ama bu fikir de çok mantıklı olmayabilir, çünkü bu karakterlerden sadece bir tanesi bilinçli olarak yüzeyde kalıyor ve diğerlerinin özünü göremiyor. Sybil'de gördüğümüz; bu karakterleri ancak hipnotizma gibi bir teknikle buluşturabiliyoruz. Dostoyevski, böyle bir şeyi kendi başına yapıp diğer karakterlerin özüne bakmış olabilir mi? Bana bile aşırı fantastik geliyor.
Özetle, fikirlerim yetersiz kalıyor. Bu büyük ustayı daha çok okumam ve hakkında bilgi toplamam gerekiyor.
Eskiden klişe sayılan, şimdi ise pek bilinmeyen bir söz vardı; "Bir kitap okudum ve hayatım değişti." (**) Beni derinden etkileyen bir çok kitap oldu. Bunlardan iki tanesi hepsinin üstüne çıktı ve ben de huzur bırakmadı; Suç ve Ceza birincisiydi. En az onun kadar önemli olan ikinci kitabı başka bir yazı dizisinde ele alacağım.
İnsan dehasının en yüce örneklerinden birisi olan Dostoyevski'nin önünde, hepinizin huzurunda bir kez daha saygıyla eğiliyorum. Ömrüm yettiği sürece eserlerini defalarca okuyacağım.
Sevgiler
(*) => Bu noktada beni çok derinden düşündüren bir soruyu sormak istiyorum; Biyografinizi, buradaki gibi kronolojik yaşam çizginizde en önemli 3 olayla açıklamak isteseniz, neleri koyarsınız? Birincisi kesin doğum. En önemlisi olmayabilir, ama ilk 3'e girmek zorunda, yoksa diğerleri de olmaz. Ben hala düşünüyorum ama ilk 3'üm sürekli değişiyor.
(**) => Orhan Pamuk - Yeni Hayat
Comments